16 Mart 2010 Salı
diyarbakır efsaneleri
YEDİ KARDEŞLER BURCU EFSANESİ
Diyarbakır surları üzerinde 78 burç vardır. Bunlardan biri de Yedi Kardeşler Burcu'dur. Burcun bu adı alışı şu efsaneyle açıklanır:
Bu dönemde düşman Diyarbakır surlarını kuşatır. Günlerce süren kanlı çarpışmalardan sonra kale düşer. Ancak, yedi kardeşin savunduğu, şimdiki Yedi Kardeşler Burcu bir türlü teslim olmamaktadır. Düşman tüm gücüyle yüklenir, sonuç alamaz. Uzlaşmak üzere elçi gönderir. Yedi Kardeşlerin elçiye cevabı şöyle olur: Biz bir şartla teslim oluruz. O da canımızın bağışlanması. Burayı yalnız kralınıza ve komutanlarınıza teslim ederiz. Gelip burca girsinler ve kaleyi teslim alsınlar, sonra da canımızı bağışlasınlar. Kral bu şartı kabul eder. Komutanlarıyla birlikte burca girer. Girer girmez büyük bir patlama olur. Yedi Kardeşler barut mahzenini ateşlemiştir. Kale havaya uçar. Kral, komutanlar ve yedi kardeş ölür. Düşman ordusu dağılır. Bu olaydan sonra bu burcun adı Yedi Kardeşler Burcu olur.
KENTİN ŞEYTANINA İLİŞKİN EFSANESİ
Efsaneye göre her kentin bir şeytanı vardır. Diyarbakır şeytanı da bozguncudur. Halkın eşraftan iki kişi çevresinde toplanıp, birbirlerine düşman olmalarına neden olur. Halk çaresiz kalmıştır. Onlara acıyan bir evliya şeytanı yakalar; bir demir parçasına dönüştürerek İç Kale Kapısı'nın sol üst yanına zincirler. Böylece kent şeytandan kurtulur. Diyarbakır şeytansız tek kent olur.
Şeytanın simgesi sayılan bu zincirli demir parçası, günümüzde de İç Kale Kapısı'nın sol üst yanındaki duvara asılıdır. Yakın zamana dek herkes, bu demir parçasına tükürüp "Şeytana lanet olsun" diyerek kente girerdi.
GÜMÜŞ SAKALLI PAŞA
Diyarbakır
Abdüssettar Hayati Avşar
Araştırmacı
Babasından
Eskiden Diyarbakır'da yaşayan hıristiyanların, et yemelerinin yasak olduğu, bahar ayı başındaki Paskalya Günleri'nde, müslümanlar da Kırklar Dağı'na pikniğe giderler, yer içer eğlenirlermiş. Adına "Cigaret" (Ciğer-et) dedikleri ızgaralarla kendilerine ziyafet çekerlermiş.
Bu gelenek böyle sürüp giderken, Diyarbakır'a bir paşa gelmiş. Bu gümüş renkli sakallı, ince düşünceli, nazik bir paşaymış. Hıristiyan komşuların et yemedikleri özel bir günde, böyle pikniğe çıkıp et pişirmenin ve kokusunu da çevreye yaymanın doğru olmadığını belirterek bu "Cigaret" geleneğini yasaklamış ve zamanı geldiğinde de şehrin bütün kapılarını kapattırarak, kimsenin dışarıya, kırlara çıkmnasına izin vermemiş.
Biraraya toplanıp buna bir çare düşünen Diyarbakırlı'lar, altı - yedi tane tabutu omuzla****** Mardin Kapı'ya gelmişler ve nöbetçiye "Cenazelerimiz var, mezarlığa g**üreceğiz, kapıyı aç" demişler. Kapı açılınca da doğruca Kırklar Dağı'na gidip tabutları açarak, içlerindeki piknik malzemelerini çıkarıp, yine her yıl yaptıkları gibi yiyip - içmeye, gülüp - eğlenmeye başlamışlar. Bir yandan da hep bir ağızdan, şu türküyü söylüyorlarmış.
Ey paşa, paşa
Sakalı gümüş paşa
Şeftali çiçek açtı
Yasağı kaldır paşa...
SÜTÇÜ HACI
Diyarbakır
Abdüssettar Hayati Avşar
72
Araştırmacı
Babasından
Eskiden Diyarbakır'da yaşayan yoksul bir sütçü varmış. Karısıyla birlikte süt satarak geçinirlermiş. Sütçü yıllarca para biriktirip hacca gitmiş. Haccın sonunda da sekiz gün süreyle, kırk vakit namaz kılıp, son gece diğer hacılarla birlikte yere uzanıp uykuya dalmış. Rüyasında, elinde uzun sopasıyla kara bir arap gelerek, değneğiyle yatanları işaret edip, "Bu hacı, bu hacı değil" diye belirlemeye başlamış. Sütçü sıranın kendisine gelmesini merakla ve sabırsızlıkla beklemiş. Sıra kendisine gelince, arap sopasıyla işaret ederek "Bu da hacı değil" demiş ve sayımını sürdürmüş.
Buna çok üzülen sütçü, evine dönünce hemen karısını çağırıp olanları anlatmış ve sattıkları sütü nasıl hazırladığını sormuş. Kadın da "Ben sütlere yarı - yarıya su katıyorum" demiş. Karısına kızan sütçü ona, bir daha böyle bir şey yapmamasını ve yine uzun ve yorucu uğraşlardan sonra biriktirdiği parayla, ikinci kez hacca gitmiş. Ne var ki haccın son günü, aynı eli sopalı arap, yine onu hacı olmamakla suçlamış.
Bu kez de büyük bir üzüntüyle eve dönen adam, karısına yine ne yaptığını sorunca, karısından "Süt kaplarının diplerini çalkaladığım suları süte katıyorum, bu kadarcıktan ne olur ki" cevabını almış.
Bunun üzerine sütçü, bundan böyle karısını hiç işine karıştırmamış. Daima katıksız süt satmış ve bununla biriktirdiği paralarla gittiği haccın da kabul edildiği, yine aynı arap tarafından "Bu hacıdır" sözüyle, kendisine bildirilmiş.
Gerçek hacı olan sütçü de bu mutlulukla, Diyarbakırlı'lara hep katıksız süt satmayı sürdürmüş.
ANA HAMDO
Diyarbakır
Perran Toksöz
42
Doçent
Annesinden
Diyarbakır'ın eski ailelerinden biri olan Hamdiye Hanım, çok nüktedan, hoş görgülü, gözü gönlü tok, eli bol, bilge bir halk kadınıymış. Sözü - sohbei dinlenir, kadın-erkek, genç-ihtiyar herkes tarafından sevilirmiş.
Bir gün Hamdiye Hanım'ların evine hırsız girmiş. Evin büyük kızı da gündüz gözüyle eve giren bu hırsızı yakalayarak kilere hapsetmiş. Çarşıda olan ağabeyinin eve dönmesini ve cezalandırılmak üzere hırsızı gerekli yerlere teslim etmesini beklemey başlamış. Bu arada vakit de öğleye yaklaşmış.
O sırada dışarıda olan Hamdiye Hanım eve dönünce, kızı ona olanları anlatmış. Hamdiye Hanım kızına, "İhtiyacı olmasaydı hırsızlık yapmazdı. Zavallı adamı niçin kilere kapatıp, bir de aç-sussuz bırakıyorsun. Vakit öğle oldu. O zavallı açlıktan ölmüştür, kilerde yalnızlıktan canı sıkılmıştır hem de korkmuştur, sen de hiç acıma yok mu" diyerek çok kızmış. Sonra da kızının şaşkın bakışları altında, güzel bir yemek sinisi hazırla****** kilerdeki hırsıza g**ürüp, karnını doyurmuş. O sırada eve gelen oğluna da hırsıza iyi davranmasını söylemiş. Sonra adamın cebine üç-beş kuruş da harçlık koyup, bir daha hırsızlık yapmamasını, çalışarak ekmeğii kazanmasını öğütlemiş ve onu serbest bırakmış.
Bir zaman sonra, Hamdiye Hanım'ın oğlu yolda giderken, yanına o hırsı yaklaşmış ve elini öperek, "Annene selam söyle, ellerinden öperim. Onun sayesinde doğru yola geldim. Şimdi bir işte çalışıyorum ve hayatımı emeğimle kazanıyorum. Bunu annenin bana gösterdiği anlayışa ve ders verici insancıl davranışa borçluyum" demiş.
İKİ ORTAK
Diyarbakır
Aziz İpekçi
63
Tüccar
Büyüklerinden
İki adam ortak olup, Mardinkapı'da bir bakkal dükkanı açmışlar. Biribirlerine çok güvendikleri için de hiç hesap tutmazlarmış. Aralarında bir sorun da çıkmazmış. Günler böylece geçip giderken, bir gün ortaklardan birisi bir kürsü (Alçak tabure) çekip kapının önüne oturmuş ve etrafı seyretmeye başlamış. O sırada kapının önünde gidip gelen bir karıncayı da gözlüyormuş. Bu karınca hep dükkanın içinden birşey alıp, dışarıya taşıyormuş. Adam bir süre onu dikkatle izledikten sonra, ortağına dönüp "Sen benden gizli bir şey yapmışsın, her ne yaptıysan hemen söyle, bilmek istiyorum" demiş. Ortağı da ona, "Sabah yüz tane yumurta gelmişti, dükkanda da yumurtaya ihtiyaç yoktu çünkü, daha üç gün önce yeterince almıştık. Ben de bu nedenle, yumurtaların ellisini kendi evime, ellisini de senin evine gönderdim yalnız, kendi evime gönderdiklerimi daha irilerinden seçmiştim, bundan başka da yaptığım bir haksızlık yok" demiş.
Bunu duyan adam ortağına, "Seninle hemen ayrılıyoruz çünkü bu karınca, daha önceleri dışarıdan içeriye taşırdı, şimdiyse içerden dışarıya taşıyor artık, bizim dirliğimiz - düzenimiz bozuldu. İşin içine küçük de olsa bir haksızlık girdi, aramızdaki güven sarsıldı" demiş ve ortaklığı bozmuş.
İSKENDERPAŞA CAMİİ'NİN İMAMI
Diyarbakır
Yakup Bayburtluoğlu
60
Emekli
Büyüklerinden
İskenderpaşa Camii'nin bir imamı varmış. Her gün sabah erkenden kalkar ve sabah namazı için ezan okumak üzere camiye gelirmiş. Fakat ne kadar erken gelirse gelsin bir adamın kendisinden daha erken gelip, kapıda beklediğini görürmüş. Çok gayret etmiş ama bir türlü o adamdan erken gelmeyi başaramamış. Bir yandan da bu duruma müthiş içerliyormuş.
Sonunda dayanamayıp, bir gün adama nasıl oluyorda her gün benden daha önce geliyorsun, bu kadar erken nasıl kalkabiliyorsun diye sormuş. Adam da gülerek, "Aman imam efendi hiç sorma. Benim üç tane karım var. Onlar her sabah çok erken kalkıyorlar. Birisi beni giydiriyor, birisi abdest suyumu hazırlıyor, bir diğeri de çorbamı pişiriyor, böylece erkenden hazırlanıp geliyorum" demiş.
Bunu duyan imam da düşünüp - taşınıp, karısının üstüne üç kuma daha almış. Dört karısı olduğu için de artık o üç eşli adamdan çok daha önce hazırlanıp camiye gidebileceği için seviniyormuş. Ertesi sabah olunca, o gece beraber olduğu eşi dışındaki diğer kadınlar saldırıp, imamı öyle bir dövmüşler ki imam kendisini sabahın köründe camiye atıp, zor kurtarmış. Oralarda da daha kimsecikler yokmuş.
Biraz sonra gelen diğer adam, imamın kendisinden önce geldiğini görünce, gülerek "Görüyorsun ya imam efendi, çok kadınla evli erkekler camiye nasıl da erken geliyorlar" demiş
AYN - ZELA EJDERHASI
Diyarbakır
Fahriye Önen
62
Ev Hanımı
Annesinin halasından
Eskiden Diyarbakır'da, şimdiki Çift Kapı'nın yanında, Ayn - Zela adında büyük ve berrak bir su akarmış. Bu su değirmenleri çevirir, bostanları sular ve şehrin içme suyunu sağlarmış.
Bir gün bir ejderha ortaya çıkmış ve her sabah bu suyun hepsini içerek kurutmaya başlamış. Bütün gce biriken suyu ertesi sabah gelerek yine içiyormuş. Şehir sussuz kalmış. Bunun üzerine Diyarbakır'ın ileri gelenleri birleşerek bu önemli soruna bir çözüm aramaya başlamışlar. Başka yerlere de haber gönderilip, bu ejderhanın nasıl yok edileceği hakkında akıl sorulmuş fakat, hiçbir olumlu çözüm bulunamamış.
O sırada bir çingene obası gelip, surların dibine çadırlarını kurmuşlar ve olup - bitenleri izlemey başlamışlar. Bu çingenelerin çeribaşısı, şehrin ileri gelenlerinin, ejderha karşısında çaresi kaldığını görünce gidip, "İzin verirseniz ben bu ejderhayı ortadan kaldırırım" demiş. Onu kimse ciddiye almamış. O kadar akıllı ve cesur insanın yapamadığını senin gibi zavallı bir çingene mi yapacak, haydi ordan demişler.
Aradan uzunca bir zaman geçip, çaresiz kalınca, sonunda bu çeribaşına bir fırsat vermek zorunda kalmışlar. Bunun üzerine çeribaşı, hemen işe koyulmuş. Önce bir koyun kesmiş, yüzmüş sonra da bunun içini kireçle doldurmuş, g**ürüp suyun başına koymuş. Ertesi sabah herkes toplanıp olacakları gözlemeye başlamışlar. Bir süre sonra suya gelen ejderha, önce bu koyunu büyük bir iştahla yemiş sonra da bütün suyu içerek, yatıp uyumuş. Akşama doğru, ejderhanın koyunla berbaber yediği kireç, içinde patlayarak ejderhayı parçalamış.
Bu beladan kurtulan Diyarbakır'lılar, bundan sonra çeribaşına çok saygı göstermişler ve onu önemli makamlara getirmişler
ONGÖZLÜ KÖPRÜ
Diyarbakır
Şefika Yardım
75
Ev Hanımı
Annesinden
Diyarbakır'da çok zengin bir adam varmış. Fakat öylesine cimriymiş ki uşağı lambaları yakarken, her lamba için bir kibrit harcıyor diye, onu işinden atmış.
Diyarbakır'ın zenginleri, Dicle'nin üstüne, on gözlü bir köprü yaptırmaya karar vermişler. Aralarında para toplamışlar. Bu konudaki yaptıkları toplantıya, cimriliğiyle tanına bu adamı, nasılsa yardım etmez diye çağırmamışlar. Bunu duyan ve çok sinirlenen adam, "Ben cimri değilim, ,israfa karşıyım, bunu kanıtlamak için de bu köprünün tamamını ben yaptıracağım, daha sonra yıkıldıkça yeniden onarılması için de köprünün orta ayağına, bir küp altın gümdüreceğim" demiş ve dediğini de yapmış.
Bu zengin adam bir gün, yaptırdığı köprünün üstünden geçerken, genç ve sağlıklı bir delikanlının, dilendiğini görmüş. Dilenciyi fena halde döverek, dileneceğine çalışmasını söylemiş. Bu olaydan çok utanan genç de daha sonra çalışarak zengin olmuş ve bu adama gelip, teşekkür etmiş.
Bu bir küp altın, günümüzde de Ongözlü Köprü'nün orta ayağında gömülü duruyormuş.
KARACADAĞ EFSANESİ
Diyarbakır
Uğur Er
20
Serbest
Ninesinden
Diyarbakır beyinin dünya güzeli biş kızı varmış. Beyin yanında marangoz olarak çalışan yoksul bir delikanlı, bu kızı görüp aşık olmuş. Anasına gidip, beyin kızını kendisine istemesini söylemiş. Anası her ne kadar, bu işin olamayacağını anlatmaya çalışmışsa da oğlunun yalvarmalarına dayanama****** beye gidip durumu anlatmış ve sözlerini de şu maniyle bitirmiş.
Güneşe bakmak olmaz
Gönülü kırmak olmaz
Büyüklük sizde kalsın
Seven ayırmak olmaz
Bey kadını dinledikten sonra, "Benim de çok sevdiğim bir oğlum vardı. Bir gün atalarımızdan kalma değerli kılıcımızı alarak, dağda yaşayan ve insanların başına bela olan ejderhayı öldürmey gitti fakat, ejderha onu öldürdü ve kılıç da dağda kaldı. Eğer, oğlun bu ejderhayı öldürür, o kılıcı da geri getirirse kızımı ona veririm" demiş.
Anası gelip olanları oğluna anlatınca, delikanlı anasıyla helallaşıp hemen dağa gitmiş. Ejderha oğlanıgörünce, ağzından ateşler püskürterek, daha delikanlı davranamadan, onu yakıp öldürmüş. Oğlan can acısıyla öyle derin bir ah çekmiş ki, feryadı gökleri titretmiş. Bu çığlığı işiten anası, oğlunun öldüğünü anlamış ve duyduğu büyük acı ile şunları söylemiş.
Sandım olacak düğün
Kara gün oldu bugün
Oğlumu alan dağlar
Sen de karaya bürün
Acılı ananın bu ahı üzerine, dağ kararmış ve bundan böyle bu dağın adı da KARACADAĞ olmuş.
ZEMBİLFÜROŞ BURCU
Diyarbakır
Mehmet Ekmen
62
Emekli memur
Büyüklerinden
Bir padişahın çok yakışıklı bir oğlu varmış. Binbir nazla büyütülen bu çocuk yiğit bir delikanlı olmuş. Zaman zaman babasının veziriyle ava çıkıp eğlenirmiş. Yine bu av eğlencelerinin birisinde, yol kenarındaki mezarların birisinden çıkmış, bir kuru kafa görmüş. Ölüm ve ölü kavramlarına yabancı olan padişahın oğlu, bu kafatsaını alarak dikkatle incelemiş. Sonra da vezirle arasına şöyle bir konuşma geçmiş: "Vezir, sen bunun ne olduğunu biliyor musun?" "Bu ölmüş bir insanın kafatasıdır pirensim." "Ölüm ne demektir?" "Pirensim, her insan ve her canlı, bir süre yaşadıktan sonra ölecektir ve mezara gömülüp, bu hale gelecektir." "Bu ölenler aç mı kalmışlardı, niçin öldüler?" "Senin dedelerin padişahtılar, onlar da öldüler pirensim. Ölüm varsıl yoksul, genç ihtiyar dinlemez, bir gün gelir herkesi bulur." "Yani vezir, bir gün ben de ölüp bu hale mi geleceğim?" "Evet pirensim, günü geldiğinde sen de ben de hepimiz öleceğiz."
Bu konuşmadan sonra çok duygulanan ve dünyanı geçiciliği karşısında uzun uzun düşünen pirensin yüreğinde, ilahi bir aşk uyanmış. Saraya döndükten sonra ağlayarak secdeye kapanmış ve tüm dünya nimetlerinden vazgeçerek, kendisini tanrı yoluna adamaya karar vermiş. Bu kararının karısına da açarak, saltanatını zenginliğini elinin tersiyle itip, bundan böyle kendi emeğiyle geçineceğini, kendisinin de bu yoksul hayata katlanma gücü varsa beraber gelmesini, zenginlikten vazgeçemeyecekse ayrılabileceklerini söylemiş. Eşi de onunla geleceğini ve iyi günde olduğu gibi kötü günde de yanında olup, onun yoksul hayatını paylaşacağını bildirmiş.
Karısıyla birlikte ülkesinden ayrılan pirens, memleket memleket gezerek, zembil (sepet) yapıp satmaya ve hayatını böyle kazanmaya başlamış. Bir yandan da sürekli tanrıya ibadet ediyormuş. Zamanla çocukları da doğup, büyümeye başlamışlar. Çok yoksul olan bu ailenin, sırtlarındaki eski giysilerinden başka birşeyleri yokmuş.
Bir gün Silvan'a gelip yerleşmişler. Adam sokaklarda zembil sattığı için adına zembil füroş yani sepet satıcısı demişler. Yoksul sepetçi, sokaklarda sepet satarken, bir gün onu, Silvan Beyinin güzel karısı sarayın penceresinden görmüş. Bu yakışıklı ve yoksul gence bir görüşte aşık olarak, onu sarayına getirtmiş. Beyin karısı sepetçiyle sevişmek istemiş. Allah korkusu ve ilahi aşk duyguları içinde bulunan genç, hanımın bu dileğini geri çevirmiş. Bu konuda aralarında şöyle bir konuşma geçmiş. (Şiir şeklindeki bu konuşmayı, yörede bir ezgi eşliğinde söylüyorlar).
Köşk Hatunu - Zembil satan zembil getirir
Dükkan dükkan evler gezdirir
Gönülleri yakar bitirir
Gel yukarı seni göreyim
Sepet Satıcısı - Ey hatunum ben tövbeliyim
Nazlı güzel ben tövbeliyim
Çocukları evde aç biriyim
Ulu Allahımdan korkarım
Köşk Hatunu - Zembil satan oğlan Abbas'tır
Üstünde don entari vardır
Elden kurtuluş kalmamıştır
Gel de zembillerini alayım
Sepet Satıcısı - Ey hatunum ben tövbeliyim
Nazlı güzel ben tövbeliyim
Çocukları aç evde biriyim
Ulu Allahımdan korkarım
Köşk Hatunu - Zembil satan oğlan derviştir
Gel ki ileri görem ne iştir
Zembillere bir değer bildir
Budur benim senden isteğim
Sepet Satıcısı - Ey hatunum ben tövbeliyim
Nazlı güzel ben tövbeliyim
Evde çocukları aç biriyim
Ulu Allahımdan korkarım
Köşk Hatunu - Zembil satan oğlan vezirdir
Mirin odasına gir de şenlendir
Bu hoş yemeklerin hepsi senindir
Soframda ol ki ben sevineyim.
Hanımın bütün sevişme isteklerini geri çeviren yoksul sepetçi kalkıp gitmek isteyince, çaresiz kalan hanım, "Öyleyse seni yakalatıp, tutsak edeceğim" demiş. Kadının elinden kurtulamayacağını anlayan delikanlı, elini yüzünü yıkamak ve abdest almak için izin istemiş. Adamın kaçmasından korkan Köşk Hatunu, onun ayağına bir ip bağlayarak ucunu da kendi eline almış ve bir ibrik vererek onu kalenin en yüksek burcuna göndermiş. Burada çevresine bakınan genç hiçbir kurtuluş yolu kalmadığını anlayınca, ayağındaki ipi çözüp, ibriğe bağlamış ve kendisini de o yüksek burçtan aşağıya atmış. (Bu burca şimdi Zembilfüroş Burcu deniyor.) Yere düştüğünde hiç yaralanmamış ve koşarak evine gitmiş.
Bir zaman sonra ipi çeken hanım, adamın yerine ibriğin geldiğini görünce, onun kaçtığını anlamış ve çok üzülmüş. Sonraki günlerde kıyafet değiştirerek, günlerce şehrin sokaklarında dolaşıp, delikanlının oturduğu evi bulmuş. Bir gün adam evde yokken, gidip karısıyla konuşmuş. Yoksul kadına pekçok mücevher vererek onu aldatmış ve bir gecelik onun yerine geçmeye kadını razı etmiş.
O gece sepetçinin karısının giysilerini giyerek, onun yerine yatağa girmiş. Gece geç vakit yorgun-argın evine gelen sepetçi, yatağına yatınca, yataktaki hanım dönmüş ve çıkarmayı unuttuğu ayak bileğindeki gümüş halhallar şıngırdamış. Karısının halhallarının olmadığını bilen sepetçi hemen yataktan fırla****** yanındaki kadının yüzüne bakmış ve gerçeği anlayınca oradan hızla uzaklaşarak dağlar düşmüş. Köşk Hatunu da ardından dağlara düşüp onu aramaya başlamış. Bunun üzerine sepetçi ağlayarak tanrıdan ölümünü istemiş ve oracıkta ölüp ilahi aşka kavuşmuş. Onun ölümüne dayanamayan hanım da arkasından ölmüş.
Efsaneye göre onları, Silvan'ın kuzeydoğusuna düşen, beş-altı kilometre uzaklıktaki bir dağın başına gömmüşler. Şimdi mezarlarında, her bahar çok güzel çiçekler açarmış.
Gelin Dilek Tutma Taşı
Geçmiş bir zamanda güzeller güzeli genç bir kız, gönlünü köyün çobanına kaptırmış. Ama talihsizliktir ki köyün beyinin oğlunun da kızda gözü vardır. Bir gün evlilik hazırlıklarında olan kız atla nisanlısı olan çobana yemek g**ürürken yolda arkasındaki beyin oğlunun atıyla ona doğru geldiğini görür. Kız başına gelecekleri anlamıştır. Kendini çobandan başka birine yar etmemek için tanrıdan ona yardim etmesi için dua eder ve " Tanrım tas olayım ama beni bu beyogluna yar etme" der. O arada kizin duasi kabul olur ve oracıkta ati ile birlikte tasa dönüşürler. O günden buyana yeni gönlünün muradına eren gelinler bu kayaya gelerek evlilik yaşantılarında mutlu olmak için buraya gelerek tanrıdan dilekte bulunurlar. Bu gün bile genç kızlar Karahayit kasabasında
Diyarbakır surları üzerinde 78 burç vardır. Bunlardan biri de Yedi Kardeşler Burcu'dur. Burcun bu adı alışı şu efsaneyle açıklanır:
Bu dönemde düşman Diyarbakır surlarını kuşatır. Günlerce süren kanlı çarpışmalardan sonra kale düşer. Ancak, yedi kardeşin savunduğu, şimdiki Yedi Kardeşler Burcu bir türlü teslim olmamaktadır. Düşman tüm gücüyle yüklenir, sonuç alamaz. Uzlaşmak üzere elçi gönderir. Yedi Kardeşlerin elçiye cevabı şöyle olur: Biz bir şartla teslim oluruz. O da canımızın bağışlanması. Burayı yalnız kralınıza ve komutanlarınıza teslim ederiz. Gelip burca girsinler ve kaleyi teslim alsınlar, sonra da canımızı bağışlasınlar. Kral bu şartı kabul eder. Komutanlarıyla birlikte burca girer. Girer girmez büyük bir patlama olur. Yedi Kardeşler barut mahzenini ateşlemiştir. Kale havaya uçar. Kral, komutanlar ve yedi kardeş ölür. Düşman ordusu dağılır. Bu olaydan sonra bu burcun adı Yedi Kardeşler Burcu olur.
KENTİN ŞEYTANINA İLİŞKİN EFSANESİ
Efsaneye göre her kentin bir şeytanı vardır. Diyarbakır şeytanı da bozguncudur. Halkın eşraftan iki kişi çevresinde toplanıp, birbirlerine düşman olmalarına neden olur. Halk çaresiz kalmıştır. Onlara acıyan bir evliya şeytanı yakalar; bir demir parçasına dönüştürerek İç Kale Kapısı'nın sol üst yanına zincirler. Böylece kent şeytandan kurtulur. Diyarbakır şeytansız tek kent olur.
Şeytanın simgesi sayılan bu zincirli demir parçası, günümüzde de İç Kale Kapısı'nın sol üst yanındaki duvara asılıdır. Yakın zamana dek herkes, bu demir parçasına tükürüp "Şeytana lanet olsun" diyerek kente girerdi.
GÜMÜŞ SAKALLI PAŞA
Diyarbakır
Abdüssettar Hayati Avşar
Araştırmacı
Babasından
Eskiden Diyarbakır'da yaşayan hıristiyanların, et yemelerinin yasak olduğu, bahar ayı başındaki Paskalya Günleri'nde, müslümanlar da Kırklar Dağı'na pikniğe giderler, yer içer eğlenirlermiş. Adına "Cigaret" (Ciğer-et) dedikleri ızgaralarla kendilerine ziyafet çekerlermiş.
Bu gelenek böyle sürüp giderken, Diyarbakır'a bir paşa gelmiş. Bu gümüş renkli sakallı, ince düşünceli, nazik bir paşaymış. Hıristiyan komşuların et yemedikleri özel bir günde, böyle pikniğe çıkıp et pişirmenin ve kokusunu da çevreye yaymanın doğru olmadığını belirterek bu "Cigaret" geleneğini yasaklamış ve zamanı geldiğinde de şehrin bütün kapılarını kapattırarak, kimsenin dışarıya, kırlara çıkmnasına izin vermemiş.
Biraraya toplanıp buna bir çare düşünen Diyarbakırlı'lar, altı - yedi tane tabutu omuzla****** Mardin Kapı'ya gelmişler ve nöbetçiye "Cenazelerimiz var, mezarlığa g**üreceğiz, kapıyı aç" demişler. Kapı açılınca da doğruca Kırklar Dağı'na gidip tabutları açarak, içlerindeki piknik malzemelerini çıkarıp, yine her yıl yaptıkları gibi yiyip - içmeye, gülüp - eğlenmeye başlamışlar. Bir yandan da hep bir ağızdan, şu türküyü söylüyorlarmış.
Ey paşa, paşa
Sakalı gümüş paşa
Şeftali çiçek açtı
Yasağı kaldır paşa...
SÜTÇÜ HACI
Diyarbakır
Abdüssettar Hayati Avşar
72
Araştırmacı
Babasından
Eskiden Diyarbakır'da yaşayan yoksul bir sütçü varmış. Karısıyla birlikte süt satarak geçinirlermiş. Sütçü yıllarca para biriktirip hacca gitmiş. Haccın sonunda da sekiz gün süreyle, kırk vakit namaz kılıp, son gece diğer hacılarla birlikte yere uzanıp uykuya dalmış. Rüyasında, elinde uzun sopasıyla kara bir arap gelerek, değneğiyle yatanları işaret edip, "Bu hacı, bu hacı değil" diye belirlemeye başlamış. Sütçü sıranın kendisine gelmesini merakla ve sabırsızlıkla beklemiş. Sıra kendisine gelince, arap sopasıyla işaret ederek "Bu da hacı değil" demiş ve sayımını sürdürmüş.
Buna çok üzülen sütçü, evine dönünce hemen karısını çağırıp olanları anlatmış ve sattıkları sütü nasıl hazırladığını sormuş. Kadın da "Ben sütlere yarı - yarıya su katıyorum" demiş. Karısına kızan sütçü ona, bir daha böyle bir şey yapmamasını ve yine uzun ve yorucu uğraşlardan sonra biriktirdiği parayla, ikinci kez hacca gitmiş. Ne var ki haccın son günü, aynı eli sopalı arap, yine onu hacı olmamakla suçlamış.
Bu kez de büyük bir üzüntüyle eve dönen adam, karısına yine ne yaptığını sorunca, karısından "Süt kaplarının diplerini çalkaladığım suları süte katıyorum, bu kadarcıktan ne olur ki" cevabını almış.
Bunun üzerine sütçü, bundan böyle karısını hiç işine karıştırmamış. Daima katıksız süt satmış ve bununla biriktirdiği paralarla gittiği haccın da kabul edildiği, yine aynı arap tarafından "Bu hacıdır" sözüyle, kendisine bildirilmiş.
Gerçek hacı olan sütçü de bu mutlulukla, Diyarbakırlı'lara hep katıksız süt satmayı sürdürmüş.
ANA HAMDO
Diyarbakır
Perran Toksöz
42
Doçent
Annesinden
Diyarbakır'ın eski ailelerinden biri olan Hamdiye Hanım, çok nüktedan, hoş görgülü, gözü gönlü tok, eli bol, bilge bir halk kadınıymış. Sözü - sohbei dinlenir, kadın-erkek, genç-ihtiyar herkes tarafından sevilirmiş.
Bir gün Hamdiye Hanım'ların evine hırsız girmiş. Evin büyük kızı da gündüz gözüyle eve giren bu hırsızı yakalayarak kilere hapsetmiş. Çarşıda olan ağabeyinin eve dönmesini ve cezalandırılmak üzere hırsızı gerekli yerlere teslim etmesini beklemey başlamış. Bu arada vakit de öğleye yaklaşmış.
O sırada dışarıda olan Hamdiye Hanım eve dönünce, kızı ona olanları anlatmış. Hamdiye Hanım kızına, "İhtiyacı olmasaydı hırsızlık yapmazdı. Zavallı adamı niçin kilere kapatıp, bir de aç-sussuz bırakıyorsun. Vakit öğle oldu. O zavallı açlıktan ölmüştür, kilerde yalnızlıktan canı sıkılmıştır hem de korkmuştur, sen de hiç acıma yok mu" diyerek çok kızmış. Sonra da kızının şaşkın bakışları altında, güzel bir yemek sinisi hazırla****** kilerdeki hırsıza g**ürüp, karnını doyurmuş. O sırada eve gelen oğluna da hırsıza iyi davranmasını söylemiş. Sonra adamın cebine üç-beş kuruş da harçlık koyup, bir daha hırsızlık yapmamasını, çalışarak ekmeğii kazanmasını öğütlemiş ve onu serbest bırakmış.
Bir zaman sonra, Hamdiye Hanım'ın oğlu yolda giderken, yanına o hırsı yaklaşmış ve elini öperek, "Annene selam söyle, ellerinden öperim. Onun sayesinde doğru yola geldim. Şimdi bir işte çalışıyorum ve hayatımı emeğimle kazanıyorum. Bunu annenin bana gösterdiği anlayışa ve ders verici insancıl davranışa borçluyum" demiş.
İKİ ORTAK
Diyarbakır
Aziz İpekçi
63
Tüccar
Büyüklerinden
İki adam ortak olup, Mardinkapı'da bir bakkal dükkanı açmışlar. Biribirlerine çok güvendikleri için de hiç hesap tutmazlarmış. Aralarında bir sorun da çıkmazmış. Günler böylece geçip giderken, bir gün ortaklardan birisi bir kürsü (Alçak tabure) çekip kapının önüne oturmuş ve etrafı seyretmeye başlamış. O sırada kapının önünde gidip gelen bir karıncayı da gözlüyormuş. Bu karınca hep dükkanın içinden birşey alıp, dışarıya taşıyormuş. Adam bir süre onu dikkatle izledikten sonra, ortağına dönüp "Sen benden gizli bir şey yapmışsın, her ne yaptıysan hemen söyle, bilmek istiyorum" demiş. Ortağı da ona, "Sabah yüz tane yumurta gelmişti, dükkanda da yumurtaya ihtiyaç yoktu çünkü, daha üç gün önce yeterince almıştık. Ben de bu nedenle, yumurtaların ellisini kendi evime, ellisini de senin evine gönderdim yalnız, kendi evime gönderdiklerimi daha irilerinden seçmiştim, bundan başka da yaptığım bir haksızlık yok" demiş.
Bunu duyan adam ortağına, "Seninle hemen ayrılıyoruz çünkü bu karınca, daha önceleri dışarıdan içeriye taşırdı, şimdiyse içerden dışarıya taşıyor artık, bizim dirliğimiz - düzenimiz bozuldu. İşin içine küçük de olsa bir haksızlık girdi, aramızdaki güven sarsıldı" demiş ve ortaklığı bozmuş.
İSKENDERPAŞA CAMİİ'NİN İMAMI
Diyarbakır
Yakup Bayburtluoğlu
60
Emekli
Büyüklerinden
İskenderpaşa Camii'nin bir imamı varmış. Her gün sabah erkenden kalkar ve sabah namazı için ezan okumak üzere camiye gelirmiş. Fakat ne kadar erken gelirse gelsin bir adamın kendisinden daha erken gelip, kapıda beklediğini görürmüş. Çok gayret etmiş ama bir türlü o adamdan erken gelmeyi başaramamış. Bir yandan da bu duruma müthiş içerliyormuş.
Sonunda dayanamayıp, bir gün adama nasıl oluyorda her gün benden daha önce geliyorsun, bu kadar erken nasıl kalkabiliyorsun diye sormuş. Adam da gülerek, "Aman imam efendi hiç sorma. Benim üç tane karım var. Onlar her sabah çok erken kalkıyorlar. Birisi beni giydiriyor, birisi abdest suyumu hazırlıyor, bir diğeri de çorbamı pişiriyor, böylece erkenden hazırlanıp geliyorum" demiş.
Bunu duyan imam da düşünüp - taşınıp, karısının üstüne üç kuma daha almış. Dört karısı olduğu için de artık o üç eşli adamdan çok daha önce hazırlanıp camiye gidebileceği için seviniyormuş. Ertesi sabah olunca, o gece beraber olduğu eşi dışındaki diğer kadınlar saldırıp, imamı öyle bir dövmüşler ki imam kendisini sabahın köründe camiye atıp, zor kurtarmış. Oralarda da daha kimsecikler yokmuş.
Biraz sonra gelen diğer adam, imamın kendisinden önce geldiğini görünce, gülerek "Görüyorsun ya imam efendi, çok kadınla evli erkekler camiye nasıl da erken geliyorlar" demiş
AYN - ZELA EJDERHASI
Diyarbakır
Fahriye Önen
62
Ev Hanımı
Annesinin halasından
Eskiden Diyarbakır'da, şimdiki Çift Kapı'nın yanında, Ayn - Zela adında büyük ve berrak bir su akarmış. Bu su değirmenleri çevirir, bostanları sular ve şehrin içme suyunu sağlarmış.
Bir gün bir ejderha ortaya çıkmış ve her sabah bu suyun hepsini içerek kurutmaya başlamış. Bütün gce biriken suyu ertesi sabah gelerek yine içiyormuş. Şehir sussuz kalmış. Bunun üzerine Diyarbakır'ın ileri gelenleri birleşerek bu önemli soruna bir çözüm aramaya başlamışlar. Başka yerlere de haber gönderilip, bu ejderhanın nasıl yok edileceği hakkında akıl sorulmuş fakat, hiçbir olumlu çözüm bulunamamış.
O sırada bir çingene obası gelip, surların dibine çadırlarını kurmuşlar ve olup - bitenleri izlemey başlamışlar. Bu çingenelerin çeribaşısı, şehrin ileri gelenlerinin, ejderha karşısında çaresi kaldığını görünce gidip, "İzin verirseniz ben bu ejderhayı ortadan kaldırırım" demiş. Onu kimse ciddiye almamış. O kadar akıllı ve cesur insanın yapamadığını senin gibi zavallı bir çingene mi yapacak, haydi ordan demişler.
Aradan uzunca bir zaman geçip, çaresiz kalınca, sonunda bu çeribaşına bir fırsat vermek zorunda kalmışlar. Bunun üzerine çeribaşı, hemen işe koyulmuş. Önce bir koyun kesmiş, yüzmüş sonra da bunun içini kireçle doldurmuş, g**ürüp suyun başına koymuş. Ertesi sabah herkes toplanıp olacakları gözlemeye başlamışlar. Bir süre sonra suya gelen ejderha, önce bu koyunu büyük bir iştahla yemiş sonra da bütün suyu içerek, yatıp uyumuş. Akşama doğru, ejderhanın koyunla berbaber yediği kireç, içinde patlayarak ejderhayı parçalamış.
Bu beladan kurtulan Diyarbakır'lılar, bundan sonra çeribaşına çok saygı göstermişler ve onu önemli makamlara getirmişler
ONGÖZLÜ KÖPRÜ
Diyarbakır
Şefika Yardım
75
Ev Hanımı
Annesinden
Diyarbakır'da çok zengin bir adam varmış. Fakat öylesine cimriymiş ki uşağı lambaları yakarken, her lamba için bir kibrit harcıyor diye, onu işinden atmış.
Diyarbakır'ın zenginleri, Dicle'nin üstüne, on gözlü bir köprü yaptırmaya karar vermişler. Aralarında para toplamışlar. Bu konudaki yaptıkları toplantıya, cimriliğiyle tanına bu adamı, nasılsa yardım etmez diye çağırmamışlar. Bunu duyan ve çok sinirlenen adam, "Ben cimri değilim, ,israfa karşıyım, bunu kanıtlamak için de bu köprünün tamamını ben yaptıracağım, daha sonra yıkıldıkça yeniden onarılması için de köprünün orta ayağına, bir küp altın gümdüreceğim" demiş ve dediğini de yapmış.
Bu zengin adam bir gün, yaptırdığı köprünün üstünden geçerken, genç ve sağlıklı bir delikanlının, dilendiğini görmüş. Dilenciyi fena halde döverek, dileneceğine çalışmasını söylemiş. Bu olaydan çok utanan genç de daha sonra çalışarak zengin olmuş ve bu adama gelip, teşekkür etmiş.
Bu bir küp altın, günümüzde de Ongözlü Köprü'nün orta ayağında gömülü duruyormuş.
KARACADAĞ EFSANESİ
Diyarbakır
Uğur Er
20
Serbest
Ninesinden
Diyarbakır beyinin dünya güzeli biş kızı varmış. Beyin yanında marangoz olarak çalışan yoksul bir delikanlı, bu kızı görüp aşık olmuş. Anasına gidip, beyin kızını kendisine istemesini söylemiş. Anası her ne kadar, bu işin olamayacağını anlatmaya çalışmışsa da oğlunun yalvarmalarına dayanama****** beye gidip durumu anlatmış ve sözlerini de şu maniyle bitirmiş.
Güneşe bakmak olmaz
Gönülü kırmak olmaz
Büyüklük sizde kalsın
Seven ayırmak olmaz
Bey kadını dinledikten sonra, "Benim de çok sevdiğim bir oğlum vardı. Bir gün atalarımızdan kalma değerli kılıcımızı alarak, dağda yaşayan ve insanların başına bela olan ejderhayı öldürmey gitti fakat, ejderha onu öldürdü ve kılıç da dağda kaldı. Eğer, oğlun bu ejderhayı öldürür, o kılıcı da geri getirirse kızımı ona veririm" demiş.
Anası gelip olanları oğluna anlatınca, delikanlı anasıyla helallaşıp hemen dağa gitmiş. Ejderha oğlanıgörünce, ağzından ateşler püskürterek, daha delikanlı davranamadan, onu yakıp öldürmüş. Oğlan can acısıyla öyle derin bir ah çekmiş ki, feryadı gökleri titretmiş. Bu çığlığı işiten anası, oğlunun öldüğünü anlamış ve duyduğu büyük acı ile şunları söylemiş.
Sandım olacak düğün
Kara gün oldu bugün
Oğlumu alan dağlar
Sen de karaya bürün
Acılı ananın bu ahı üzerine, dağ kararmış ve bundan böyle bu dağın adı da KARACADAĞ olmuş.
ZEMBİLFÜROŞ BURCU
Diyarbakır
Mehmet Ekmen
62
Emekli memur
Büyüklerinden
Bir padişahın çok yakışıklı bir oğlu varmış. Binbir nazla büyütülen bu çocuk yiğit bir delikanlı olmuş. Zaman zaman babasının veziriyle ava çıkıp eğlenirmiş. Yine bu av eğlencelerinin birisinde, yol kenarındaki mezarların birisinden çıkmış, bir kuru kafa görmüş. Ölüm ve ölü kavramlarına yabancı olan padişahın oğlu, bu kafatsaını alarak dikkatle incelemiş. Sonra da vezirle arasına şöyle bir konuşma geçmiş: "Vezir, sen bunun ne olduğunu biliyor musun?" "Bu ölmüş bir insanın kafatasıdır pirensim." "Ölüm ne demektir?" "Pirensim, her insan ve her canlı, bir süre yaşadıktan sonra ölecektir ve mezara gömülüp, bu hale gelecektir." "Bu ölenler aç mı kalmışlardı, niçin öldüler?" "Senin dedelerin padişahtılar, onlar da öldüler pirensim. Ölüm varsıl yoksul, genç ihtiyar dinlemez, bir gün gelir herkesi bulur." "Yani vezir, bir gün ben de ölüp bu hale mi geleceğim?" "Evet pirensim, günü geldiğinde sen de ben de hepimiz öleceğiz."
Bu konuşmadan sonra çok duygulanan ve dünyanı geçiciliği karşısında uzun uzun düşünen pirensin yüreğinde, ilahi bir aşk uyanmış. Saraya döndükten sonra ağlayarak secdeye kapanmış ve tüm dünya nimetlerinden vazgeçerek, kendisini tanrı yoluna adamaya karar vermiş. Bu kararının karısına da açarak, saltanatını zenginliğini elinin tersiyle itip, bundan böyle kendi emeğiyle geçineceğini, kendisinin de bu yoksul hayata katlanma gücü varsa beraber gelmesini, zenginlikten vazgeçemeyecekse ayrılabileceklerini söylemiş. Eşi de onunla geleceğini ve iyi günde olduğu gibi kötü günde de yanında olup, onun yoksul hayatını paylaşacağını bildirmiş.
Karısıyla birlikte ülkesinden ayrılan pirens, memleket memleket gezerek, zembil (sepet) yapıp satmaya ve hayatını böyle kazanmaya başlamış. Bir yandan da sürekli tanrıya ibadet ediyormuş. Zamanla çocukları da doğup, büyümeye başlamışlar. Çok yoksul olan bu ailenin, sırtlarındaki eski giysilerinden başka birşeyleri yokmuş.
Bir gün Silvan'a gelip yerleşmişler. Adam sokaklarda zembil sattığı için adına zembil füroş yani sepet satıcısı demişler. Yoksul sepetçi, sokaklarda sepet satarken, bir gün onu, Silvan Beyinin güzel karısı sarayın penceresinden görmüş. Bu yakışıklı ve yoksul gence bir görüşte aşık olarak, onu sarayına getirtmiş. Beyin karısı sepetçiyle sevişmek istemiş. Allah korkusu ve ilahi aşk duyguları içinde bulunan genç, hanımın bu dileğini geri çevirmiş. Bu konuda aralarında şöyle bir konuşma geçmiş. (Şiir şeklindeki bu konuşmayı, yörede bir ezgi eşliğinde söylüyorlar).
Köşk Hatunu - Zembil satan zembil getirir
Dükkan dükkan evler gezdirir
Gönülleri yakar bitirir
Gel yukarı seni göreyim
Sepet Satıcısı - Ey hatunum ben tövbeliyim
Nazlı güzel ben tövbeliyim
Çocukları evde aç biriyim
Ulu Allahımdan korkarım
Köşk Hatunu - Zembil satan oğlan Abbas'tır
Üstünde don entari vardır
Elden kurtuluş kalmamıştır
Gel de zembillerini alayım
Sepet Satıcısı - Ey hatunum ben tövbeliyim
Nazlı güzel ben tövbeliyim
Çocukları aç evde biriyim
Ulu Allahımdan korkarım
Köşk Hatunu - Zembil satan oğlan derviştir
Gel ki ileri görem ne iştir
Zembillere bir değer bildir
Budur benim senden isteğim
Sepet Satıcısı - Ey hatunum ben tövbeliyim
Nazlı güzel ben tövbeliyim
Evde çocukları aç biriyim
Ulu Allahımdan korkarım
Köşk Hatunu - Zembil satan oğlan vezirdir
Mirin odasına gir de şenlendir
Bu hoş yemeklerin hepsi senindir
Soframda ol ki ben sevineyim.
Hanımın bütün sevişme isteklerini geri çeviren yoksul sepetçi kalkıp gitmek isteyince, çaresiz kalan hanım, "Öyleyse seni yakalatıp, tutsak edeceğim" demiş. Kadının elinden kurtulamayacağını anlayan delikanlı, elini yüzünü yıkamak ve abdest almak için izin istemiş. Adamın kaçmasından korkan Köşk Hatunu, onun ayağına bir ip bağlayarak ucunu da kendi eline almış ve bir ibrik vererek onu kalenin en yüksek burcuna göndermiş. Burada çevresine bakınan genç hiçbir kurtuluş yolu kalmadığını anlayınca, ayağındaki ipi çözüp, ibriğe bağlamış ve kendisini de o yüksek burçtan aşağıya atmış. (Bu burca şimdi Zembilfüroş Burcu deniyor.) Yere düştüğünde hiç yaralanmamış ve koşarak evine gitmiş.
Bir zaman sonra ipi çeken hanım, adamın yerine ibriğin geldiğini görünce, onun kaçtığını anlamış ve çok üzülmüş. Sonraki günlerde kıyafet değiştirerek, günlerce şehrin sokaklarında dolaşıp, delikanlının oturduğu evi bulmuş. Bir gün adam evde yokken, gidip karısıyla konuşmuş. Yoksul kadına pekçok mücevher vererek onu aldatmış ve bir gecelik onun yerine geçmeye kadını razı etmiş.
O gece sepetçinin karısının giysilerini giyerek, onun yerine yatağa girmiş. Gece geç vakit yorgun-argın evine gelen sepetçi, yatağına yatınca, yataktaki hanım dönmüş ve çıkarmayı unuttuğu ayak bileğindeki gümüş halhallar şıngırdamış. Karısının halhallarının olmadığını bilen sepetçi hemen yataktan fırla****** yanındaki kadının yüzüne bakmış ve gerçeği anlayınca oradan hızla uzaklaşarak dağlar düşmüş. Köşk Hatunu da ardından dağlara düşüp onu aramaya başlamış. Bunun üzerine sepetçi ağlayarak tanrıdan ölümünü istemiş ve oracıkta ölüp ilahi aşka kavuşmuş. Onun ölümüne dayanamayan hanım da arkasından ölmüş.
Efsaneye göre onları, Silvan'ın kuzeydoğusuna düşen, beş-altı kilometre uzaklıktaki bir dağın başına gömmüşler. Şimdi mezarlarında, her bahar çok güzel çiçekler açarmış.
Gelin Dilek Tutma Taşı
Geçmiş bir zamanda güzeller güzeli genç bir kız, gönlünü köyün çobanına kaptırmış. Ama talihsizliktir ki köyün beyinin oğlunun da kızda gözü vardır. Bir gün evlilik hazırlıklarında olan kız atla nisanlısı olan çobana yemek g**ürürken yolda arkasındaki beyin oğlunun atıyla ona doğru geldiğini görür. Kız başına gelecekleri anlamıştır. Kendini çobandan başka birine yar etmemek için tanrıdan ona yardim etmesi için dua eder ve " Tanrım tas olayım ama beni bu beyogluna yar etme" der. O arada kizin duasi kabul olur ve oracıkta ati ile birlikte tasa dönüşürler. O günden buyana yeni gönlünün muradına eren gelinler bu kayaya gelerek evlilik yaşantılarında mutlu olmak için buraya gelerek tanrıdan dilekte bulunurlar. Bu gün bile genç kızlar Karahayit kasabasında
Etiketler:
amed,
amed şehrim,
diyarbakır,
diyarbakır efsaneleri,
efsane,
sur
diyarbakır efsaneleri
GECE ADAMI (CİN)
Abdulcelil Efendi atıyla Cumhuriyet köyünden Diyarbakıra gelmiş.Fakat akşama kaldığı ve vakit geç olduğu için şehir surlarının dört kapısından üçünü kapalı bulmuş. En son Dağ Kapı'sı kapanırmış.oraya yetişmek için atını hızla Urfa kapıdan Dağ kapıya sürmüş.Bu iki kapı arasındaki alanda eskiden bir mezarlık varmış.Bu mezarlığın yanından gecerken arkasından bir ayak sesi duymuş Bir de bakmış ki ayakları yerde başı gökte bir korkunç yaratığın arkasından gelmekte olduğunu görmüş.hızla gelip kendini Dağ Kapı'sından içeri atmış,fakat korkudan bir hafta sonra ölmüş
Abdulcelil Efendi atıyla Cumhuriyet köyünden Diyarbakıra gelmiş.Fakat akşama kaldığı ve vakit geç olduğu için şehir surlarının dört kapısından üçünü kapalı bulmuş. En son Dağ Kapı'sı kapanırmış.oraya yetişmek için atını hızla Urfa kapıdan Dağ kapıya sürmüş.Bu iki kapı arasındaki alanda eskiden bir mezarlık varmış.Bu mezarlığın yanından gecerken arkasından bir ayak sesi duymuş Bir de bakmış ki ayakları yerde başı gökte bir korkunç yaratığın arkasından gelmekte olduğunu görmüş.hızla gelip kendini Dağ Kapı'sından içeri atmış,fakat korkudan bir hafta sonra ölmüş
Etiketler:
abdulcelil efendi,
dağkapı,
gece adamı,
urfakapı
diyarbakır efsaneleri
ŞEYH HASAN EZRAKİ TÜRBESİ
Şeyh Hasan, aslında Hazro'nun Ülgen köyü'ndenmiş.Gidip Şam'a yerleşmiş.Bir süre sonra oradan da mardine göç etmiş. Keramat sahibi bir kişi olduğu için ünü tüm bölgeye yayılmış. Zamanın Mardin hükümdarı ,onun gücünden korkup,yakalatmış ve tabanı su içinde,çıkılması çok zor olan bir zindana attırmış. Bir gün nöbetçi .Şeyh'in bahçedeki çeşmede abdest alırken görünce şaşkınlıktan dona kalmış.Aynı gün,padişahta Şeyh'i camide namaz kılarken görmüş.yaklaşıp konuşmak istemiş fakat şeyh ortadan kaybolmuş,yine zindana dönmüş. Şeyh'in zindana sızan güneş ışıklarının huzmesine katılarak zindandan çıktığını ve yine aynı şekilde döndüğünü anlayan hükümdar Şeyh'i bağışlayıp sebest bırakmış. Şeyh oradan ayrılıp Lice'nin Dibek Köyü'ne yerleşmiş ve ölüncede oraya gömülmüş. Bu türbeye gelen hastalar sağlık dilerler,adak adarlar.
İSMAİL DEDE ZİYARETİ
İsmail Dede ile arkadaşları atları ile Diyarbakıra giderken Ambar köyü yakınlarında eşkıya saldırısına uğramışlar. Eşkıyalar diğer arkadaşlarını yaralayıp İsmail Dede'nin de kulaklarını kesmişler. Yarası hafif olanlardan birisi atına atlayarak köye haber vermeye giderken arkasından rüzgar gibi gelen 3 kurt onu gecerek köye doğru gitmişler. Yaralı haberci köye geldiğinde İsmail Dede'yi kulaklarından kan sızarak kapısının önünde oturur bulmuş. O zaman yolda gördüğü kurtların dedeyi getirdiğini anlamış. Şu anda İsmail Dede'nin mezarı değil evi ziyarettir.Dilek dilenir adak adanır. Kesilen adak kurbanın kellesi ile postu evde oturanlara bırakılır,kalan kısmı yoksullara bırakılır.
CAFERİ TAYYAR TÜRBESİ
Caferi Tayyar Hz Ali'nin kardeşiymiş.Beraber Din uğruna savaşa girmişler.En öndeki sancağı taşıyan şehit olunca, sancağı arkasındaki almış.Böylece sıra Caferi Tayyar'a gelmiş Caferi'nin elleri , ayakları gövdesi sırayla parçalanmış,yalnız başı kalmış,fakat o sancağı dişleriyle yakalayıp uçarak Hani'ye gelmiş. Meğer gövdesinin diğer parçalarıda uçarak buraya gelmişler. Orada bütünleşerek dirilmiş,sonra yeniden ölerek oraya gömülmüş. Şimdi türbesinde sancağı ile ibriği var.Dua edilip dilek dileniyor.
HACI AHMET EFENDİ
Hacı Ahmet Efendi ermiş bir insanmış. kaymakamlık yaptığı bir sırada diğer devlet memurları gizlice hamamda toplanarak Hacı Ahmet Efendiye kara çalıp onu üst makamlara şikayet etmeye karar vermişler.Bu karardanda kimseye söz etmemeye de aralarında yemin etmişler Evinde oturan Hacı Ahmet Efendi hamamdaki olanları anlamış ve o adamları huzuruna çağırıp bu karardan haberi olduğunu söyleyerek onları kınamış.Çok şaşıran memurlar korkarak ve utanarak ondan özür dilemişler bu olaydan sonrada ondan hiç bir şeyin gizlenemeyeceğini anlayarak çok dikkarli ve saygılı davranmışlar. Hacı Ahmet Efendi ölünce Yenişehir sinamasının yerinde bulunan mezarlığa gömülmüş.Mezarlık oradan taşınırken onun mezarını açanlar cesedin hiç bozulmadığını görmüşler.
Şeyh Hasan, aslında Hazro'nun Ülgen köyü'ndenmiş.Gidip Şam'a yerleşmiş.Bir süre sonra oradan da mardine göç etmiş. Keramat sahibi bir kişi olduğu için ünü tüm bölgeye yayılmış. Zamanın Mardin hükümdarı ,onun gücünden korkup,yakalatmış ve tabanı su içinde,çıkılması çok zor olan bir zindana attırmış. Bir gün nöbetçi .Şeyh'in bahçedeki çeşmede abdest alırken görünce şaşkınlıktan dona kalmış.Aynı gün,padişahta Şeyh'i camide namaz kılarken görmüş.yaklaşıp konuşmak istemiş fakat şeyh ortadan kaybolmuş,yine zindana dönmüş. Şeyh'in zindana sızan güneş ışıklarının huzmesine katılarak zindandan çıktığını ve yine aynı şekilde döndüğünü anlayan hükümdar Şeyh'i bağışlayıp sebest bırakmış. Şeyh oradan ayrılıp Lice'nin Dibek Köyü'ne yerleşmiş ve ölüncede oraya gömülmüş. Bu türbeye gelen hastalar sağlık dilerler,adak adarlar.
İSMAİL DEDE ZİYARETİ
İsmail Dede ile arkadaşları atları ile Diyarbakıra giderken Ambar köyü yakınlarında eşkıya saldırısına uğramışlar. Eşkıyalar diğer arkadaşlarını yaralayıp İsmail Dede'nin de kulaklarını kesmişler. Yarası hafif olanlardan birisi atına atlayarak köye haber vermeye giderken arkasından rüzgar gibi gelen 3 kurt onu gecerek köye doğru gitmişler. Yaralı haberci köye geldiğinde İsmail Dede'yi kulaklarından kan sızarak kapısının önünde oturur bulmuş. O zaman yolda gördüğü kurtların dedeyi getirdiğini anlamış. Şu anda İsmail Dede'nin mezarı değil evi ziyarettir.Dilek dilenir adak adanır. Kesilen adak kurbanın kellesi ile postu evde oturanlara bırakılır,kalan kısmı yoksullara bırakılır.
CAFERİ TAYYAR TÜRBESİ
Caferi Tayyar Hz Ali'nin kardeşiymiş.Beraber Din uğruna savaşa girmişler.En öndeki sancağı taşıyan şehit olunca, sancağı arkasındaki almış.Böylece sıra Caferi Tayyar'a gelmiş Caferi'nin elleri , ayakları gövdesi sırayla parçalanmış,yalnız başı kalmış,fakat o sancağı dişleriyle yakalayıp uçarak Hani'ye gelmiş. Meğer gövdesinin diğer parçalarıda uçarak buraya gelmişler. Orada bütünleşerek dirilmiş,sonra yeniden ölerek oraya gömülmüş. Şimdi türbesinde sancağı ile ibriği var.Dua edilip dilek dileniyor.
HACI AHMET EFENDİ
Hacı Ahmet Efendi ermiş bir insanmış. kaymakamlık yaptığı bir sırada diğer devlet memurları gizlice hamamda toplanarak Hacı Ahmet Efendiye kara çalıp onu üst makamlara şikayet etmeye karar vermişler.Bu karardanda kimseye söz etmemeye de aralarında yemin etmişler Evinde oturan Hacı Ahmet Efendi hamamdaki olanları anlamış ve o adamları huzuruna çağırıp bu karardan haberi olduğunu söyleyerek onları kınamış.Çok şaşıran memurlar korkarak ve utanarak ondan özür dilemişler bu olaydan sonrada ondan hiç bir şeyin gizlenemeyeceğini anlayarak çok dikkarli ve saygılı davranmışlar. Hacı Ahmet Efendi ölünce Yenişehir sinamasının yerinde bulunan mezarlığa gömülmüş.Mezarlık oradan taşınırken onun mezarını açanlar cesedin hiç bozulmadığını görmüşler.
diyarbakır efsaneleri
TOPALINOĞLU
Bu köyde eskiden çok becerikli bir baytar varmış.Bu adamın yedi tane oğlu varmış. Hepside son derece uslu çocuklarmış. Bir gün, çocuklardan birinin kirvesi o eve konuk gelmiş.Yemek sırasında çocukların bu çekingen hallerini görünce "Senin bu oğlanların hiç birinde iş yok hepside koyun gibi sessizler yarın başına bir iş gelse kimse senin arkanı aramaz demiş. Bu söz baytarı düşündürmüş.Daha sonraları iri yarı yiğit fakat topal bir kadınla daha evlenmiş ve ondanda bir oğlu olmuş.Bir gün bu baytarın ününü duyan komşu beylerden biri adamlarını gönderip onu kendi köyüne kaçırtmış. Bir daha geri dönmesin diyede gözlerini kör etmiş.Yedi oğlundan hiç biride arkasından babalarını aramaya cesaret edememiş. Aradan yıllar geçmiş topal kadından olan oğlu büyümüş. Bir arkadaşıyla kavga ederken arkadasi benimle kavga edecegine gitte babani kurtar demis. Çocuk hemen eve gelmiş annesine sorarak işin aslını öğrenir. öğrenir öğrenmezde hemen babasının ahırda duran atını alarak onu aramaya başlar. Babasını aramak için köy köy dolaşırken bir gün bir köyde hastalanan atını o köyün baytarına götürür. Baytar eliyle yoklayınca atı tanır ve "Bu at benim atım,sende topalınoğlu olmalısın öyleyse bende senin babanım" demiş ve oğluna sarılmış. Oğlu kendisini kurarmaya geldiğini söyleyincede ona "Sen bu atı,hiç güneş görmeyen bir ahırda altı ay besle sonrada çamur bir tarlada , ayağına hiç çamur bulaşmayıncaya kadar koştur." demiş. Oğlan bu öğütlerin hepsini yerine getirmiş ve günü gelende de babasını kaçırmış. Beyin adamları arkasına düşmüşler.Dicle kenarında tam onları yakalayacakları sırada babası oğluna "Atın sol kulağını ısır" demiş. Oğlan ısırmış at kanatlanarak Dicle'yi ucup geçmiş. Baytarla oğlu bu at sayesinde kurtularak köylerine varmışlar Bu olaydan sonra yöredeki erkekler "Topalınoğlu" gibi yiğit oğullara sahip olabilmek için yiğit ve yürekli kadınlarla evlenmeye başlamışlar.
Bu köyde eskiden çok becerikli bir baytar varmış.Bu adamın yedi tane oğlu varmış. Hepside son derece uslu çocuklarmış. Bir gün, çocuklardan birinin kirvesi o eve konuk gelmiş.Yemek sırasında çocukların bu çekingen hallerini görünce "Senin bu oğlanların hiç birinde iş yok hepside koyun gibi sessizler yarın başına bir iş gelse kimse senin arkanı aramaz demiş. Bu söz baytarı düşündürmüş.Daha sonraları iri yarı yiğit fakat topal bir kadınla daha evlenmiş ve ondanda bir oğlu olmuş.Bir gün bu baytarın ününü duyan komşu beylerden biri adamlarını gönderip onu kendi köyüne kaçırtmış. Bir daha geri dönmesin diyede gözlerini kör etmiş.Yedi oğlundan hiç biride arkasından babalarını aramaya cesaret edememiş. Aradan yıllar geçmiş topal kadından olan oğlu büyümüş. Bir arkadaşıyla kavga ederken arkadasi benimle kavga edecegine gitte babani kurtar demis. Çocuk hemen eve gelmiş annesine sorarak işin aslını öğrenir. öğrenir öğrenmezde hemen babasının ahırda duran atını alarak onu aramaya başlar. Babasını aramak için köy köy dolaşırken bir gün bir köyde hastalanan atını o köyün baytarına götürür. Baytar eliyle yoklayınca atı tanır ve "Bu at benim atım,sende topalınoğlu olmalısın öyleyse bende senin babanım" demiş ve oğluna sarılmış. Oğlu kendisini kurarmaya geldiğini söyleyincede ona "Sen bu atı,hiç güneş görmeyen bir ahırda altı ay besle sonrada çamur bir tarlada , ayağına hiç çamur bulaşmayıncaya kadar koştur." demiş. Oğlan bu öğütlerin hepsini yerine getirmiş ve günü gelende de babasını kaçırmış. Beyin adamları arkasına düşmüşler.Dicle kenarında tam onları yakalayacakları sırada babası oğluna "Atın sol kulağını ısır" demiş. Oğlan ısırmış at kanatlanarak Dicle'yi ucup geçmiş. Baytarla oğlu bu at sayesinde kurtularak köylerine varmışlar Bu olaydan sonra yöredeki erkekler "Topalınoğlu" gibi yiğit oğullara sahip olabilmek için yiğit ve yürekli kadınlarla evlenmeye başlamışlar.
diyarbakır efsaneleri
YEDİ BELA HÜSEYİN EFENDİ
Diyarbakır'lı Hüseyin Efendi'nin 12 tane köyü varmış. Az vergi vermek için resmi kayıtlarda altısının adını gösterirmiş.Zamanla diğer kayıtlarda görülmeyen köylerine devlet el koymuş.Hüseyin Efendi de İstanbul'a giderek padişahın huzuruna çıkıp köylerini kurtarmaya karar vermiş. O günün koşullarında altı ayda Diyarbakır'dan İstanbul'a varabilmiş.Fakat Padişahla görüşebilmek için tam 1 yıl beklemek zorunda kalmış. Padişahın huzuruna çıktığında dileğini bildirerek köylerinin geri verilmesini istemiş.Padişah vergi kaçırdığı için sadece 3 köyü geri vermiş. O günden sonra Hüseyin Efendi'nin sülalesine YEDİ BELALAR denmiş.
Diyarbakır'lı Hüseyin Efendi'nin 12 tane köyü varmış. Az vergi vermek için resmi kayıtlarda altısının adını gösterirmiş.Zamanla diğer kayıtlarda görülmeyen köylerine devlet el koymuş.Hüseyin Efendi de İstanbul'a giderek padişahın huzuruna çıkıp köylerini kurtarmaya karar vermiş. O günün koşullarında altı ayda Diyarbakır'dan İstanbul'a varabilmiş.Fakat Padişahla görüşebilmek için tam 1 yıl beklemek zorunda kalmış. Padişahın huzuruna çıktığında dileğini bildirerek köylerinin geri verilmesini istemiş.Padişah vergi kaçırdığı için sadece 3 köyü geri vermiş. O günden sonra Hüseyin Efendi'nin sülalesine YEDİ BELALAR denmiş.
diyarbakır efsaneleri
GÜMÜŞ SAKALLI PAŞA
Eskiden Diyarbakır'da yaşayan Hristiyanların et yemelerinin yasak olduğu bahar ayının başındaki Paskalya günlerinde Müslümanlar kırklar Dağı'na pikniğe giderler yer içer eğlenirlermiş. Bu gelenek böyle gelip giderken Diyarbakıra bir paşa gelmiş.Bu gümüş renkli sakallı ince düşünceli nazik bir paşaymış.Hiristiyan komşularının et yemedikleri özel bir günde böyle pikniğe çıkıp et pişirmenin ve kokusunuda çevreye yaymanın doğru olmadığını belirterek bu geleneği yasaklamış ve zamanı geldiğinde de şehri kuşatan surların bütün kapılarını kapatarak kimsenin dışarıya çıkmasına izin vermemiş. Bir araya toplanıp buna bir çare düşünen Diyarbakırlılar altı yedi tane tabutu omuzlayarak Mardin kapıya gelmişler ve nöbetçiye "Cenazemiz var , mezarlığa götüreceğiz kapıyı aç demişler" kapı açılınca da kırklar dağına giderek tabutların içindeki yiyecekleri çıkararak her yıl yaptıkları gibi eğlenmeye başlamışlar
Eskiden Diyarbakır'da yaşayan Hristiyanların et yemelerinin yasak olduğu bahar ayının başındaki Paskalya günlerinde Müslümanlar kırklar Dağı'na pikniğe giderler yer içer eğlenirlermiş. Bu gelenek böyle gelip giderken Diyarbakıra bir paşa gelmiş.Bu gümüş renkli sakallı ince düşünceli nazik bir paşaymış.Hiristiyan komşularının et yemedikleri özel bir günde böyle pikniğe çıkıp et pişirmenin ve kokusunuda çevreye yaymanın doğru olmadığını belirterek bu geleneği yasaklamış ve zamanı geldiğinde de şehri kuşatan surların bütün kapılarını kapatarak kimsenin dışarıya çıkmasına izin vermemiş. Bir araya toplanıp buna bir çare düşünen Diyarbakırlılar altı yedi tane tabutu omuzlayarak Mardin kapıya gelmişler ve nöbetçiye "Cenazemiz var , mezarlığa götüreceğiz kapıyı aç demişler" kapı açılınca da kırklar dağına giderek tabutların içindeki yiyecekleri çıkararak her yıl yaptıkları gibi eğlenmeye başlamışlar
Etiketler:
gümüş,
kırklardağı,
mardinkapı,
sakallı,
tabut
diyarbakır efsaneleri
ŞİRİNVARELİ PEHLİVAN
Çermik Kaplıcalarına bir pehlivan gelmiş ve Çermik beyine bir haber gönderip "Ya bana bir rakip bulsun yada bahşişimi versin gideyim" diye ferman okumuş. Bey bahşiş vermek kolay ama ona bir rakip bulamazsak beyliğimizin adına gölge düşer diye düşünmüş.Çevreyeye haber salıp tez elden bir rakip bulunmasını istemiş.Beyin yakınlarından biri "Ben Şirinvarede çok güçlü bir coban gördüm" diyince,beyde hemen bulup getirmelerini emretmiş. Çoban anasıyla helallaşıp beyin huzuruna gelmiş.Beyde ona dileğini anlatarak "Ya bu güreşi kazanıp beyliğin şerefini kurtarırsın yada kellen gider"demiş. Çoban boynu bükük mecbur kabul etmiş. Güreş başlamış.Çoban çok güçlü Pehlivanda çok ustaymış.bu nedenle öğlene kadar yenişememişler.Başından korkan çoban bakmış olacak gibi değil bir yumruk vurup pehlivanın ciğerini söküp öldürmüş. Sonuçtan memnun olan bey dileğini sormuş.Çobanda koyunlarını rahatça otlatabilmek için "Sakaltutan otlağı" 'nın kendisine verilmesini istemiş beyde kabul etmiş. O zamandan beri Sakaltutan otlağı'nın manevi sahibinin bu çoban olduğu söylenir. burada otlayan koyunların sütlerininde bol olacağına inanılır.
Çermik Kaplıcalarına bir pehlivan gelmiş ve Çermik beyine bir haber gönderip "Ya bana bir rakip bulsun yada bahşişimi versin gideyim" diye ferman okumuş. Bey bahşiş vermek kolay ama ona bir rakip bulamazsak beyliğimizin adına gölge düşer diye düşünmüş.Çevreyeye haber salıp tez elden bir rakip bulunmasını istemiş.Beyin yakınlarından biri "Ben Şirinvarede çok güçlü bir coban gördüm" diyince,beyde hemen bulup getirmelerini emretmiş. Çoban anasıyla helallaşıp beyin huzuruna gelmiş.Beyde ona dileğini anlatarak "Ya bu güreşi kazanıp beyliğin şerefini kurtarırsın yada kellen gider"demiş. Çoban boynu bükük mecbur kabul etmiş. Güreş başlamış.Çoban çok güçlü Pehlivanda çok ustaymış.bu nedenle öğlene kadar yenişememişler.Başından korkan çoban bakmış olacak gibi değil bir yumruk vurup pehlivanın ciğerini söküp öldürmüş. Sonuçtan memnun olan bey dileğini sormuş.Çobanda koyunlarını rahatça otlatabilmek için "Sakaltutan otlağı" 'nın kendisine verilmesini istemiş beyde kabul etmiş. O zamandan beri Sakaltutan otlağı'nın manevi sahibinin bu çoban olduğu söylenir. burada otlayan koyunların sütlerininde bol olacağına inanılır.
diyarbakır efsaneleri
TİMURTAŞ BEY
Malabadi Köyü'nün beyi Timurtaş bey, Batman Çayı'nın karşı kıyısındaki köylerden birinde bulunan güzel bir kıza bir görüşte aşık olmuş.Suların en azgın olduğu zamanlarda bile yüzerek karşıya geçer ve kızla buluşurmuş. Kız bir gün"Böyle yüzerek gelme tehlikeli,boğulmandan korkuyorum.Sen bir beysin bu çay üstünde bir köprü yaptırda rahatça gidip gel" demiş.Bey bu sözü yerinde bulup Malabadi köprüsünü yaptırmış,fakat kızı görmeye daha az gider gelir olmuş çünkü onu karşıya çeken birazda korkulu ve heyecanlı geçişlermiş. Bunu anlayan kız bu seferde beyden köprüyü yıkmasını istemiş.Köprü yıkılınca Timurtaş bey yine yüzerek gelip gitmeye başlamış.Daha sonra evlenip yedi gün yedi gece düğün dernek yapmışlar
Malabadi Köyü'nün beyi Timurtaş bey, Batman Çayı'nın karşı kıyısındaki köylerden birinde bulunan güzel bir kıza bir görüşte aşık olmuş.Suların en azgın olduğu zamanlarda bile yüzerek karşıya geçer ve kızla buluşurmuş. Kız bir gün"Böyle yüzerek gelme tehlikeli,boğulmandan korkuyorum.Sen bir beysin bu çay üstünde bir köprü yaptırda rahatça gidip gel" demiş.Bey bu sözü yerinde bulup Malabadi köprüsünü yaptırmış,fakat kızı görmeye daha az gider gelir olmuş çünkü onu karşıya çeken birazda korkulu ve heyecanlı geçişlermiş. Bunu anlayan kız bu seferde beyden köprüyü yıkmasını istemiş.Köprü yıkılınca Timurtaş bey yine yüzerek gelip gitmeye başlamış.Daha sonra evlenip yedi gün yedi gece düğün dernek yapmışlar
bacı kardeş
BACI KARDEŞ
Eskiden Silvan da tüm evler tek katlı düz damlı ve bir boydaymış.Bu evlerin damlarında yürünerek ilçenin bir tarafından bir diğer tarafına kadar gidilebilinirmiş. Bir gün ilçenin kuzey ucundaki Büyülçeşme Mahallesinde oturan bir ailenin küçük kızları evlerin damlarından yürüyerek ilçenin güney ucundaki kırkminare mahallesine kadar gitmiş ve orada kaybolmuş.Hiç çocuğu olmayan bir kadın onu bulmuş fakat çocuk kim olduğunu ve ailesini anlatamamış.Kadında onu evlat edinip büyütmüş. Yıllar sonra şehrin kuzeyinde oturan bir aile bu kızı oğullarına istemişler ve gelin almışlar.Gelin oğlan evine gelince rafta duran bezden yapılmış bir bebek görmüş.Koşup onu almış ve ağlamaya başlamış.Kaynanası ne olduğunu soruncada "benim çocukken bir bebeğim vardı bu aynen ona benziyor" demiş.Kadında bu bebeğin kaybolan kızına ait olduğunu söyleyerek gelinin annesine gidip bu kız senin öz kızın mı? diye sormuş.Kadında onu küçükken bulduğunu ve evlat edindiğini söyleyince gelin ile damadın kardeş olduğu anlaşılmış.Son anda bir trajedi önlendiği için Allah'a şükredip kurbanlar kesmişler.
Eskiden Silvan da tüm evler tek katlı düz damlı ve bir boydaymış.Bu evlerin damlarında yürünerek ilçenin bir tarafından bir diğer tarafına kadar gidilebilinirmiş. Bir gün ilçenin kuzey ucundaki Büyülçeşme Mahallesinde oturan bir ailenin küçük kızları evlerin damlarından yürüyerek ilçenin güney ucundaki kırkminare mahallesine kadar gitmiş ve orada kaybolmuş.Hiç çocuğu olmayan bir kadın onu bulmuş fakat çocuk kim olduğunu ve ailesini anlatamamış.Kadında onu evlat edinip büyütmüş. Yıllar sonra şehrin kuzeyinde oturan bir aile bu kızı oğullarına istemişler ve gelin almışlar.Gelin oğlan evine gelince rafta duran bezden yapılmış bir bebek görmüş.Koşup onu almış ve ağlamaya başlamış.Kaynanası ne olduğunu soruncada "benim çocukken bir bebeğim vardı bu aynen ona benziyor" demiş.Kadında bu bebeğin kaybolan kızına ait olduğunu söyleyerek gelinin annesine gidip bu kız senin öz kızın mı? diye sormuş.Kadında onu küçükken bulduğunu ve evlat edindiğini söyleyince gelin ile damadın kardeş olduğu anlaşılmış.Son anda bir trajedi önlendiği için Allah'a şükredip kurbanlar kesmişler.
diyarbakıर kalesi
Diyarbakır Kalesi
Diyarbakır Efsaneleri
Hz Yunus Musul'a yerleşip o ülkenin halkını dine davet etmiş. Fakat kendisine hiç inanan olmamış. O da Musul'un halkına beddua edip oradan ayrılmış ve gelip Diyarbakıra yerleşmiş. Diyarbakır halkı ona inanmış Yunus Nebi'de onlara "İliniz mamur halkınız her zaman sevinçli olup bütün çoluk çocuğunuz asil ve olgun olalar" diye hayır - dua ederek Nefs kayası denilen yerde bir mağaraya yerleşip,orada yedi yıl oturmuş. O sırada Diyarbakır'da Amalak kızlarından olan , güzel bir kız hükümdarmış. Hz Yunus'un önerisiyle Diyarbakır kalesini siyah granit taşlardan yaptırmış. Acem tarihçileri bu nedenle buraya Diyar-ı Bikr (Bikr Diyarı) Kız şehri demişler
Diyarbakır Efsaneleri
Hz Yunus Musul'a yerleşip o ülkenin halkını dine davet etmiş. Fakat kendisine hiç inanan olmamış. O da Musul'un halkına beddua edip oradan ayrılmış ve gelip Diyarbakıra yerleşmiş. Diyarbakır halkı ona inanmış Yunus Nebi'de onlara "İliniz mamur halkınız her zaman sevinçli olup bütün çoluk çocuğunuz asil ve olgun olalar" diye hayır - dua ederek Nefs kayası denilen yerde bir mağaraya yerleşip,orada yedi yıl oturmuş. O sırada Diyarbakır'da Amalak kızlarından olan , güzel bir kız hükümdarmış. Hz Yunus'un önerisiyle Diyarbakır kalesini siyah granit taşlardan yaptırmış. Acem tarihçileri bu nedenle buraya Diyar-ı Bikr (Bikr Diyarı) Kız şehri demişler
diyarbakır efsaneleri
Kepoz (Cin)
Diyarbakır Efsaneleri
Hacı Yusuf Efendi'nin cins bir atı varmış. her sabah bu atın son derece bitkin olduğunu görüyormuş. Geceleri birinin ona binerek koşturduğunu anlamış. Bir akşam atın sırtını çok yapışkan olan bir madde ile sıvamış. o gece gelen cin atın sırtı sıvandığı için kaçamamış ve ertesi sabah yakalanmış. Bu kocaman memelerini omuzlarına atmış uzun dağınık saçlı ve iri yarı bir kadın kılığındaymış. Hacı Yusuf Efendi hemen onun saçından bir parça keserek saklamış. Böylece cin o evin kölesi olmuş ve altı buçuk yıl bu eve hizmet vermiş. Bir gün evdeki kadınlar hamama gitmişler. Evin altı aylık bebeğini de cine bırakmışlar. Cin onlar hamamdayken evin her yerini arayarak saçını bulmuş. Altı aylık bebeği de kaynayan süt kazanına atarak hamama gitmiş. Orada yıkanan ev sahibi kadına "Saçımı buldum artık özgürüm bebeğinizde kaynayan süt kazanına atarak öldürüp beni yıllarca köle yapmanızın intikamını aldım" demiş ve ortadan kaybolmuş
Diyarbakır Efsaneleri
Hacı Yusuf Efendi'nin cins bir atı varmış. her sabah bu atın son derece bitkin olduğunu görüyormuş. Geceleri birinin ona binerek koşturduğunu anlamış. Bir akşam atın sırtını çok yapışkan olan bir madde ile sıvamış. o gece gelen cin atın sırtı sıvandığı için kaçamamış ve ertesi sabah yakalanmış. Bu kocaman memelerini omuzlarına atmış uzun dağınık saçlı ve iri yarı bir kadın kılığındaymış. Hacı Yusuf Efendi hemen onun saçından bir parça keserek saklamış. Böylece cin o evin kölesi olmuş ve altı buçuk yıl bu eve hizmet vermiş. Bir gün evdeki kadınlar hamama gitmişler. Evin altı aylık bebeğini de cine bırakmışlar. Cin onlar hamamdayken evin her yerini arayarak saçını bulmuş. Altı aylık bebeği de kaynayan süt kazanına atarak hamama gitmiş. Orada yıkanan ev sahibi kadına "Saçımı buldum artık özgürüm bebeğinizde kaynayan süt kazanına atarak öldürüp beni yıllarca köle yapmanızın intikamını aldım" demiş ve ortadan kaybolmuş
Ben u Sen
Ben-u Sen
Hikaye
Diyarbakır’da çok iyi bir usta varmış... İyi de kalfa yetiştirirmiş... Kalfa bir gün ustasına meydan okuyarak demiş ki;
- Ben, senden daha iyi kale burcu yaparım. İşte meydan... Halk da hakem olsun!
*Yedi Kardeş Burcu’nun inşaatına usta, Evli Beden Burcu’nun inşaatına da kalfa aynı gün başlar... Gün gelir her iki burcun inşaatı biter...
Burcu bitiren kalfa halkın huzurunda ustasına;
- Ben mi, sen mi? diye sorar...
Halk toplanır ve kalfanın yaptığı burcun daha güzel olduğunu söyleyince, usta kalfasının sanattaki üstünlüğünü kabul eder ama kendini kalenin burcundan aşağı atar.
Ustasının ölümüne dayanamayan kalfa da yaptığı hatayı anlar, pişman olur ve kendisini burçtan aşağı bırakır..
Diyarbakır halkı o günden bugüne o burcun adına ‘Ben u Sen’ der...
Hikaye
Diyarbakır’da çok iyi bir usta varmış... İyi de kalfa yetiştirirmiş... Kalfa bir gün ustasına meydan okuyarak demiş ki;
- Ben, senden daha iyi kale burcu yaparım. İşte meydan... Halk da hakem olsun!
*Yedi Kardeş Burcu’nun inşaatına usta, Evli Beden Burcu’nun inşaatına da kalfa aynı gün başlar... Gün gelir her iki burcun inşaatı biter...
Burcu bitiren kalfa halkın huzurunda ustasına;
- Ben mi, sen mi? diye sorar...
Halk toplanır ve kalfanın yaptığı burcun daha güzel olduğunu söyleyince, usta kalfasının sanattaki üstünlüğünü kabul eder ama kendini kalenin burcundan aşağı atar.
Ustasının ölümüne dayanamayan kalfa da yaptığı hatayı anlar, pişman olur ve kendisini burçtan aşağı bırakır..
Diyarbakır halkı o günden bugüne o burcun adına ‘Ben u Sen’ der...
15 Mart 2010 Pazartesi
kent tarihi
Kültür ve tarih şehri: Diyarbakır
Güneydoğu’nun dünyaya açılan penceresi. Dicle Nehri’nin suladığı bereketli topraklar. Kesin olarak, ne zaman, kimin tarafından yapıldığı bilinmeyen ve üzerinde 12 medeniyete ait kitabeler bulunan Diyarbakır Surları.
Şafak Toprak
NTV-MSNBC
Güncelleme: 14:41 16 Haziran 2005 PerşembeDİYARBAKIR - Hakettiği kadar turisti misafir edemese de Avrupa Birliği Parlamenterlerinin yolunun mutlaka geçtiği tarihi kent.
Eski zamanlarda Amida olarak bilinen Diyarbakır, Dicle Nehri kıyısında bazalt bir yayla üzerine kurulmuş. Kenti kuşatan da yine bu bazalt taşlarından yapılan Surlar. 16 kaleli 5 kapılı surlar Çin seddinin ardından ikinci sırada geliyor ve eski ile yeni Diyarbakır’ı ayırıyor.
Kentteki tarihi eserlerde her dönemin izini bulmak mümkün. Selçuklu Sultanı Melik Şah tarafından yaptırılan Ulu Cami, hem bizans hem de daha eski mimari malzemelerin kullanılmış olması açışından ilginçtir.
Safa Cami tuğladan yapılmış minaresi ile Pers etkisini sergilerken, Nebii Cami tipik Osmanlı tarzını temsil eder. Bugün hala kullanılan Meryem Ana kilisesi çeşitli zamanlarda onarım görse de 4’üncü yüzyıldan günümüze gelmeyi başarmıştır. Mardin Kapısı’nda şimdi otele dönüştürülmüş olan Deliller Hanı, binbeşyüzlü yılların ticaret yapan kervanlarının Diyarbakır’da konakladıkları zamanın havasını yansıtır.
Ve kentin köprüleri, en meşhuru, şarkılara ve filmlere konu olan Malabadi’nin 1147 yılında Artukoğullarından Timur Taş Bin İlgazi tarafından yapıldığı bilinmektedir.
Taş köprüler arasında dünyada kemeri en geniş olandır. Malabadi gibi şarkılara konu olan bir diğeri ise On Gözlü Köprü’dür. 1065 tarihinde Mervaniler tarafından kurulduğu ve mimarının Ubeydoğlu Yusuf olduğu üzerinde yazılan kitabeden anlaşılmaktadır. Bir diğer tarihi köprü ise 1179 yılında kurulan Haburman Köprüsü’dür. Hassuni Mağaraları ve Zülkifil Dağı’da Diyarbakır’ın görülmeye değer yerleri arasında yer alır.
Diyarbakır, Güneydoğu’nun tarihi ve turistik merkezlerinin de geçiş noktasında bulunuyor. Batman’ın tarihi Hasankeyf ilçesi karayolu ile kente yalnızca bir buçuk saat uzaklıkta.
Açık hava müzesi olarak bilinen ve bir çok kültürü barındıran Mardin’de yine kara yoluyla bir saatlik mesafede. Harran’ı, Balıklıgöl’üyle ünlü, tarihi şehir Şanlıurfa’ya da ulaşmak için yalnızca ikibuçuk saat yeterli. Kente en uzak sayılabilecek il Van...
Tarihi Akdamar adasını ziyaret etmek, Van gölü kıyısında dinlenmek için ise yaklaşık 5 buçuk saatlik bir yolculuk yapmak gerekiyor.
Yüz yıllardır çevresine bereket ve bolluk veren ünlü kutsal Dicle Nehri’de Diyarbakır’dan geçer. 5 bin yıllık geçmişe sahip kent tarihin her döneminde büyük medeniyetlerin, kültürel ve ekonomik hareketlerin merkezi olarak kabul edilmiştir.
Ve 26 medeniyete beşiklik etmiştir. M.Ö 3000 yıllarında Hurrilerden başlayarak, Osmanlılara kadar uzanan yoğun bir tarihi olan Diyarbakır’da yaşayanlar devirlerine ait eserlerle şehri ölümsüzleştirmişlerdir. Surların bir kalkan balığı şeklinde kuşattığı kentin Amid olan adı, 1869 tarihinde Diyarbekir, 1937 tarihinde de Diyarbakır olarak değiştirildi.
Tarih boyunca oluşan kültür mirasından yararlanan ünlü bilge ve düşünürleri yetiştirmiş olmakla övünen Diyarbakır, folklorik özellikleriyle de zenginlik kaynağıdır. Kentin her köşesinde gelmiş geçmiş uygarlıkların köklü kültürleri saklıdır. Dokunan kilim ve heybelerdeki renk renk motifler, tarihin derinliklerinden gelme çeşitli sembollerin canlı ve sıcak örnekleridir.
Davul ve zurna eşliğinde oynanan Diyarbakır oyunları yörenin aşk ızdırap ve bazen de aşiretlerin sosyal durumunu konu alır. Günümüzde büyük ilgi gören ipek puşiler Diyarbakır’da el tezgahlarında dokunur.
Diyarbakır’ın arkeolojik alanları da dikkate değer. Kentin 65 kilometre kuzeybatısında Ergani İlçesi yakınlarında yer alan Çayönü eski bir yerleşim merkezidir. Yörenin tarihi M.Ö 7000 yıllarına Cilalı Taş Devri’ne kadar uzanır. Gene aynı ilçe yakınlarında Hillar Mağaraları’nda antik çağdan kalma kabartmalar bulunmuştur. Diyarbakır’ın Çermik ilçesi ise kaplıcaları ile ünlüdür. Çermik’te bulunan Belkıs Hamamı özellikle çocuk sahibi olmak isteyen kadınların akın ettiği bir yer haline gelmiştir.
Diyarbakır’ı gezmek isteyenlerin konaklamaları içinde pek çok tercihleri var. Kentte şu anda 14 turizm belgeli, çok sayıda da belediye denetiminde otel bulunuyor. Çoğu kentin merkezinde bulunan oteller yerli ve yabancı misafirlerin isteklerine cevap verebilecek şekilde düzenlenmiş. Son zamanlarda moda olan Güneydoğu turları da kenti görmek isteyenlerin tercih edebileceği bir seçenek.
Diyarbakır’a ulaşımda çok kolay. Kent karayollarının bir kavşak noktası. Hava, kara ve demiryolu ile ulaşım sağlanabiliyor.Hergün Ankara ve İstanbul’dan düzenli uçak seferleri yapılan kent, hemen hemen Türkiye’nin her yerinden otobüs seferleri imkanına sahip.
Güneydoğu’nun dünyaya açılan penceresi. Dicle Nehri’nin suladığı bereketli topraklar. Kesin olarak, ne zaman, kimin tarafından yapıldığı bilinmeyen ve üzerinde 12 medeniyete ait kitabeler bulunan Diyarbakır Surları.
Şafak Toprak
NTV-MSNBC
Güncelleme: 14:41 16 Haziran 2005 PerşembeDİYARBAKIR - Hakettiği kadar turisti misafir edemese de Avrupa Birliği Parlamenterlerinin yolunun mutlaka geçtiği tarihi kent.
Eski zamanlarda Amida olarak bilinen Diyarbakır, Dicle Nehri kıyısında bazalt bir yayla üzerine kurulmuş. Kenti kuşatan da yine bu bazalt taşlarından yapılan Surlar. 16 kaleli 5 kapılı surlar Çin seddinin ardından ikinci sırada geliyor ve eski ile yeni Diyarbakır’ı ayırıyor.
Kentteki tarihi eserlerde her dönemin izini bulmak mümkün. Selçuklu Sultanı Melik Şah tarafından yaptırılan Ulu Cami, hem bizans hem de daha eski mimari malzemelerin kullanılmış olması açışından ilginçtir.
Safa Cami tuğladan yapılmış minaresi ile Pers etkisini sergilerken, Nebii Cami tipik Osmanlı tarzını temsil eder. Bugün hala kullanılan Meryem Ana kilisesi çeşitli zamanlarda onarım görse de 4’üncü yüzyıldan günümüze gelmeyi başarmıştır. Mardin Kapısı’nda şimdi otele dönüştürülmüş olan Deliller Hanı, binbeşyüzlü yılların ticaret yapan kervanlarının Diyarbakır’da konakladıkları zamanın havasını yansıtır.
Ve kentin köprüleri, en meşhuru, şarkılara ve filmlere konu olan Malabadi’nin 1147 yılında Artukoğullarından Timur Taş Bin İlgazi tarafından yapıldığı bilinmektedir.
Taş köprüler arasında dünyada kemeri en geniş olandır. Malabadi gibi şarkılara konu olan bir diğeri ise On Gözlü Köprü’dür. 1065 tarihinde Mervaniler tarafından kurulduğu ve mimarının Ubeydoğlu Yusuf olduğu üzerinde yazılan kitabeden anlaşılmaktadır. Bir diğer tarihi köprü ise 1179 yılında kurulan Haburman Köprüsü’dür. Hassuni Mağaraları ve Zülkifil Dağı’da Diyarbakır’ın görülmeye değer yerleri arasında yer alır.
Diyarbakır, Güneydoğu’nun tarihi ve turistik merkezlerinin de geçiş noktasında bulunuyor. Batman’ın tarihi Hasankeyf ilçesi karayolu ile kente yalnızca bir buçuk saat uzaklıkta.
Açık hava müzesi olarak bilinen ve bir çok kültürü barındıran Mardin’de yine kara yoluyla bir saatlik mesafede. Harran’ı, Balıklıgöl’üyle ünlü, tarihi şehir Şanlıurfa’ya da ulaşmak için yalnızca ikibuçuk saat yeterli. Kente en uzak sayılabilecek il Van...
Tarihi Akdamar adasını ziyaret etmek, Van gölü kıyısında dinlenmek için ise yaklaşık 5 buçuk saatlik bir yolculuk yapmak gerekiyor.
Yüz yıllardır çevresine bereket ve bolluk veren ünlü kutsal Dicle Nehri’de Diyarbakır’dan geçer. 5 bin yıllık geçmişe sahip kent tarihin her döneminde büyük medeniyetlerin, kültürel ve ekonomik hareketlerin merkezi olarak kabul edilmiştir.
Ve 26 medeniyete beşiklik etmiştir. M.Ö 3000 yıllarında Hurrilerden başlayarak, Osmanlılara kadar uzanan yoğun bir tarihi olan Diyarbakır’da yaşayanlar devirlerine ait eserlerle şehri ölümsüzleştirmişlerdir. Surların bir kalkan balığı şeklinde kuşattığı kentin Amid olan adı, 1869 tarihinde Diyarbekir, 1937 tarihinde de Diyarbakır olarak değiştirildi.
Tarih boyunca oluşan kültür mirasından yararlanan ünlü bilge ve düşünürleri yetiştirmiş olmakla övünen Diyarbakır, folklorik özellikleriyle de zenginlik kaynağıdır. Kentin her köşesinde gelmiş geçmiş uygarlıkların köklü kültürleri saklıdır. Dokunan kilim ve heybelerdeki renk renk motifler, tarihin derinliklerinden gelme çeşitli sembollerin canlı ve sıcak örnekleridir.
Davul ve zurna eşliğinde oynanan Diyarbakır oyunları yörenin aşk ızdırap ve bazen de aşiretlerin sosyal durumunu konu alır. Günümüzde büyük ilgi gören ipek puşiler Diyarbakır’da el tezgahlarında dokunur.
Diyarbakır’ın arkeolojik alanları da dikkate değer. Kentin 65 kilometre kuzeybatısında Ergani İlçesi yakınlarında yer alan Çayönü eski bir yerleşim merkezidir. Yörenin tarihi M.Ö 7000 yıllarına Cilalı Taş Devri’ne kadar uzanır. Gene aynı ilçe yakınlarında Hillar Mağaraları’nda antik çağdan kalma kabartmalar bulunmuştur. Diyarbakır’ın Çermik ilçesi ise kaplıcaları ile ünlüdür. Çermik’te bulunan Belkıs Hamamı özellikle çocuk sahibi olmak isteyen kadınların akın ettiği bir yer haline gelmiştir.
Diyarbakır’ı gezmek isteyenlerin konaklamaları içinde pek çok tercihleri var. Kentte şu anda 14 turizm belgeli, çok sayıda da belediye denetiminde otel bulunuyor. Çoğu kentin merkezinde bulunan oteller yerli ve yabancı misafirlerin isteklerine cevap verebilecek şekilde düzenlenmiş. Son zamanlarda moda olan Güneydoğu turları da kenti görmek isteyenlerin tercih edebileceği bir seçenek.
Diyarbakır’a ulaşımda çok kolay. Kent karayollarının bir kavşak noktası. Hava, kara ve demiryolu ile ulaşım sağlanabiliyor.Hergün Ankara ve İstanbul’dan düzenli uçak seferleri yapılan kent, hemen hemen Türkiye’nin her yerinden otobüs seferleri imkanına sahip.
kent tarihi
Toros Dağlarının güneyinde, Yukarı Dicle Havzasında, nehrin sağ kıyısında ve denizden 650 m yükseklikte bulunan (yaklaşık 400 ve 200 enlem ve 380 ve 500 boylam) Diyarbakır, Karacadağ’ın lavları üzerine kurulmuş olup tarihinin, Hitit ve Hurri günlerine kadar indiği (İ.Ö. 3500’ler) kabul edilir. Ergani- Çayönü’de yapılan yeni arkeolojik araştırmalar, buradaki yerleşik düzeni (İ.Ö. 7000’lere indiriyor. Şurası kesin ki; Yukarı Mezopotamya uygarlığına bağlı olarak, zengin ve etkin hinterlandı nedeniyle tarihin her döneminde önemini koruduğu, kentin bundan geniş ölçüde etkilediği anlaşılıyor. Bu nedenle İ.S. 349 yılında, Roma İmparatoru 2. Konstantin günlerinde kentin çevresi surlarla çevrildi. 363’teki antlaşma gereği, Nusaybin’den gelen 40.000 kadar göçmen, kentin hemen batı yakasına yerleştirilmek istenince, Gazi Caddesi boyunca kuzeyden güneye uzanan surlar (367- 375) yıktırılıp batı yönde genişletilerek şimdiki yerini aldı ve böylece kent bir o kadar daha büyütülmüş oldu. Genelde bir kalkan balığına benzetilen kentte İç Kale, kuzeydoğu yönünde ve savunması en kolay köşededir. Fis Kaya ve burası doğu yönde doğal uçurumuyla çok uygun bir savunma ortamı oluşturur. Bugünkü surlar, yaklaşık 5 km kadar olup eni doğudan batıya elimizdeki haritalara göre ~1400 m’ye, güneyden kuzeye 1040’a yaklaşır (~1,5 km2). Diyarbakır Surları başlı başına bir tarihtir. Siyasal güçlere bağlı olarak yakılmış, onarılmış ve büyütülmüştür.
Âmid (veya Karaamid), Hazreti Ömer’in halifeliği günlerinde (634- 644), 27 Mayıs 638’de Arapların eline geçti. Yayınlar bu tarihi daha çok 639 olarak veriyorlar. Ordu, kendi kuşattığında İyaz bin Gunm Mardin Kapısını, Said bin Zayd Urfa Kapısını, Mirazbin Cabal Dağ Kapısını (Harput Kapısı) ve Halid bin Velid de Yeni Kapıyı zorluyorlardı. Güçlü surlar, kenti almada çok önemli bir engeldi. Kuşatma 5 ay sürdü. Kentin Dicle (doğu) Yakasını sürekli olarak vuran kumandana, bir gün köpeklerin girip çıktığı bir kanalizasyonun görüldüğü haberi verilince, Halit bin Velit yanına çok iyi savaşan 80 kadar bahadırını alarak buradan ilerleyip İç Kaleye vardılar. Fetih Kapısını açarak kentin ele geçirilmesini sağladılarsa da hepsi hemen oracıkta şehit edildi. Bunların 21’inin adları bilinmekte ve Hz. Ömer Camisi haziresinde yatmaktadırlar. Başkumandan İyaz bin Gunm, Sasaa’yı kente Vali olarak atadı. Sırayla Âmida’yı Emeviler, Abbasiler, Şeyhoğulları, Hamdanoğulları, Büveyhoğulları, Mervanoğulları, Büyük Selçuklular (1085- 1093), Şam Selçukluları İnaloğulları, Nisanoğulları, Artuklular (1183- 1232), Mısır ve Şam Eyyubileri (1232- 1240), Anadolu Selçukluları (1240- 1302), Mardin Artukluları (1302- 1394), Timur (1394- 1401), Akkoyunlular (1401- 1507), Safeviler (Şah İsmail 1507- 1515) egemen oldular.
Arap dünyasından, Türk dünyasına geçişte Diyarbakır yine, canlı, hareketli ve zengin bir tarih yaşar. Küçük Asyanın alınmasında, Eksik (Eksük) oğlu Artuk Beyin katkısı çoktu. Yeşilırmak Vadisini ele geçirmiş ve oldukça ün kazanmıştı. Ancak aşırı delişmenliğiyle Büyük Selçuklu “Fetih” politikasının önüne geçince, aldıkları yerler Daniş Gazi’ye verilip kendisi geri hizmete alındı. Bu süreçte onu (1086- 91), Selçukluların Kudüs Vadisi olarak görüyoruz. Bundan böyle, kılıcı değil yönetimi yeğleyecek, ancak bunu içine yediremeyip Süleyman Şah’ın kaderine olumsuz katkısı olacaktır. Oğuzların Kayı boyundan (Döğer boyu olarak da tanımlayanlar vardır) Artuk Bey 1085 Amid kuşatmasına da katıldı. Büyük Selçuklu taht kavgası, Artukluların, Kuzey Suriye’yi almalarını kolaylaştırdı ve Haçli Seferlerine karşı çok zaferler kazandılar. Yine de Selçuklu ve Abbasi Halifesinin etkinliği altındaydılar. Moğal, Akkoyunlu ve Karakoyunlu baskısı, başkentlerini değiştirerek tarihsel süreçlerine son verdi. Hasankeyf, Mardin, Diyarbakır ve Harput onların zengin anılarıyla doludur. İşte bu süreçte Amida’nın tarihsel ve kültürel yönüne katkıları oldu. Günümüze erişen gurur verici yapıları var ve çevredekilerle bir bütün oluyor. Belgeler, dinsel, ulaşım ve eğitim ağırlıklı yapıları yanında konutlar için hiçbir bilgi vermiyor. Yine de İç Kaledeki Artuklu Sarayı, Asya Oğuz boyları yurt, konut ve saray bağını, Yukarı Mezopotamya katılımında sergileniyor. Ne yazık ki kültürel tarih verileri çok az. O tarihlerde de bölge, dinsel ve etnik homojenlikten uzaktı. Buna, göçeri Oğuz Boylarının katkısı, etkisi, egemenliği nasıl oldu ve buna bağlı fiziksel çevre değişimi nasıl bir başkalaşım süreci, aşaması yaşadı bilmiyoruz. Selçuklu hoşgörüsü altında bu heterojen kesimle uyum içinde yaşamak, onları kendilerine bağlı bulmak ustaca yönetim gerektiriyordu. Kuşkusuz bunun tek yolu onları bir varlık değer, gerçek olarak kabul etmek ve haklarını korumakla başlıyordu. İnançlarına, ibadethanelerine ve özellikle tapınaklarına karışmamak önemli bir yöntem oldu. Tüm bunların yanında Akkoyunlular ve Karakoyunlular da dahil Amida giderek Türk kenti oldu. Bu oluşum, değişim Osmanlılara çok yaradı. Mayafarkin, Hasankeyf, Mardin, Harput da bu dönemin sırayla önem kazanan siyasal, kültürel ve sanatsal odaklarıdır.
Tarihsel gelişimine bakarak Amida’nın bu süreçteki yeri yadsınamaz. Osmanlıların bu kente bu denli önem vermelerinin altında sadece jeo- politik neden yoktur elbet. Yalnız Diyarbakır değil, Bitlis’in bile bir Türkmen bilinciyle, Oğuz kültürüyyle beslenip dolması yanında, Küçük Asyayı Anadolulu yapan olgunun iyice olgunlaştığı anlaşılıyor. İşte İdrisi Bitlisî böyle bir ortamda yetişti ve Amida’ya da katkısı oldu. Siyasal eğilim ve yönetimi devirme günü yaklaşmıştı. Bir hamle bekliyordu. Osmanlı gerçeği artık bu yöre için bir can simidiydi. Çünkü Safevilerin Doğu Anadolu’daki yönetimi, Şiiliği tehlikeli boyutlarda yayma politikası, Osmanlıları endişelendirmekteydi. Halk ve çevre beyler baskı, eziyet ve vergiden yakınmaktaydılar. İdrisi Bitlisî durumu Sultana iletiyor ve katılma arzusunun büyüklüğünü dile getiriyordu. Bıyıklı Mehmet Paşa görevlendirildi. Bayburt (1514) dahil, doğuda pek çok yer alındı. Silvan (Meyyafarikin), Eğil, Palo (Palu), Erbil ve Kerkük ele geçirildi. Paşa, Amasya ve Sivas Beyleri kuvvetlerini de yanına alarak Diyarbakır’ı kuşattılar. 15 Mayıs 1515’te (bazı araştırmacılar bunu, 9, 10 Eylül olarak da verirler) Âmid ele geçirildi. Bıyıklı Mehmet Paşa, kentin ilk Osmanlı Valisi oldu. Yaptığı fetihlerden ötürü halk günümüzde de Fatih Paşa Camisi olarak anar (üstünün kaplamasından ötürü Kurşunlu Cami de denilmektedir). İdrisi Bitlisî’ye büyük yardımlarından ötürü, gerekli atamaları yapması için isim bölümü boş bırakılan ferman gönderildi. Kısa sürede yöre güvene kavuştu ve Ustaclu Karahan’ın bası kesilerek Sultan’a gönderildi.
Âmid Beylerbeyi, Osmanlı düzenine göre merkez ve 24 sancak olarak hemen kuruldu. Harput, Akçakale, Ergani, Çemişgezek, Hasankeyf, Siirt, Sancar, Siverek, Silvan ve Nusaybin (toplam 11 tane) sancak olarak bağlandı. Atak, Portuk, Tercil, Cabakcur, Çermik, Sağman, Kelap ve Mihrani (toplam 8 tane) özel statülü sancaklardı. Eğil, Palu, Cizre Hazo ve Genç idaresi babadan oğula geçen daha özerk sancak durumundaydılar. Bunlardan başka zeamet ve timar sahipleri aşiret beyleri de vardı. Böylece Âmid Beylerbeyliği, ulufeli ve yerlikulu askerleri dışında 18.000 askeri eğiten, donatan bir güce sahip oluyordu. Bugün bu sancaklardan bazıları il olmuş veya çevre illere bağlanmış durumdadır.
Kanuni, Diyarbakır’a gelen ilk Osmanlı padişahı olup 20 Ekim 1535’te, İran Seferi dönüşü Âmida’da 22 gün kaldı. Beylerbeyi Hüsrev Paşa’ya verdiği emirle genişletilan İç Kaleyi (1526) gezdi. 29 Eylül 1549’da, yine İran Seferi nedeniyle Halep’ten dönerken yolda hastalanınca Diyarbakır’da 2 kez kaldı. Onun, “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi “sözü o günlerinin deyimidir. Karacadağ yaylalarında dinlenip sağlığına kavuştu. Vali Bali Paşa’ya emredip Gözeli’den kente getirttiği (1535) Hamravat Suyu ve kemerlerini inceledi. Bunu Mimar Koca Sinan’a Kastamonulu kalfası Kasım Çelebi yapmıştı. 4 Kasım 1549’da 34 gün kaldığı Âmida’dan İstanbul’a hareket etti. 19. yy. başına kadar kentteki pöhrenkli su donatısı çalıştı. Son yıllarda çok bozulmuş, su kaybına ve yabancı maddelerin karışımına neden olmuştu. Bunun üzerine 1930 yılında bu su, demir borular içine alındı.
1515 yılında Osmanlılara geçen Âmida, yönetim düzenine göre hemen yeni bir sayıma alındı. 1518’de ki bu ilk sayım defterlerine göre kent; Urfa Kapı, Mardin Kapı ve Dağ Kapı Mahallelerinden oluşuyordu. 1515’te kent nüfusu 2/3 oranında azalmış ve yıkık durumdaydı. Hızlı bir bayındırlık çabası başladı. Kentin 12.500 kişilik nüfusu aşağıdaki tabloya göre dağılıyordu.
Bu dağılıma bakılırsa Müslüman çoğunluğun Yenikapı Urfakapı Mahalleleri ekseninde olduğu görülür. Buna kuzey yarı da eklenince, kentin güneyinin Hıristiyanlara ayrıldığı anlaşılır. Buna kesin bir ayrım değil, yoğunlaşma olarak bakmak gerekir. Çünkü Müslümanlara bağlı olarak Yenikapı Mahallesinde Hıristiyanlarda 554 aile reisliğiyle 1. sıradadırlar. Bunu Mardin Kapı ve Urfa Kapı’dakiler izler. Burada toplam aile sayısı 898 olup her biri beşer kişi sayılsa ortalama 4.500 kişiyle, nüfusun %38’i demektir. Urfa Kapı Mahallesi toplam 592 aile reisi ve bekârlarıyla 3000 kişiyi bulup %25 oranına erişir. Bu durumda 1518’de kentin doğu batı ekseninde halkın %60’ı yaşıyordu. Mardin Kapı ve Dağ Kapı’da sayılar birbirine çok yakındır. Buna İç Kale yönetim ve askerleri de katılırsa, kentin Müslümanlarının, güneyden kuzeye doğru giderek arttığı söylenebilir. Kentin kuzeyi güneye oranla fark az da olsa yüksektir. Dağdan esen temiz havadan Müslüman çoğunluğun daha çok yararlanmak istemesi önemli bir etken olabilir. Doğu yöndeki yoğunluk, Dicle Vadisindeki bahçelere, sebze ve meyvecilik gibi gelir kaynağına bağlanabilir. Bu yerleşme düzeni herhalde her dönemde böyleydi. Çünkü Ulu Caminin yerinde bulunan Mar Toma Kilisesi (Katedrali) kentin kuzey yarısındadır. Diğer kiliseler de güneydoğu çeyreğinde sıklaşır. Yahudilerin nerede yoğunlaştıklarını bilmiyoruz. Kentte o dönemde Gregoryan, Katolik ve Protestan Ermenilerin, Ortodoks ve Katolik Rumların, Katolik Keldanilerin, Katolik ve Yahudi Süryanilerin, Yahudilerin dinsel liderleri ve tapınakları vardı. Latil ve Kapuşen İtalyanların sayısı azdı. Osmanlıların gerileme ve çökme döneminde birbirine yaklaşıp kümelenmeye daha gerek duymuş olabilirler. Çocukluk günlerinde top oynadığımız boşlukların, Pazar yerinin, Gavur Mahallesinin, Sami İşmenlerin tuğla ve kiremit depolarının (Kârhane) hep bu çeyrekte oluşu, Yeni Kapı Hıristiyan yoğunluğunun yerleşim alanı olduğunu gösteriyor.
Urfa Kapı Mahallesi
Müslüman Aile Reisi : 390
Hıristiyan Aile Reisi : 23
Yahudi Aile Reisi : 202
Yahudi Bekâr : 16
Yahudi Aile Reisi : -
Yahudi Bekâr : -
Aile Sayıları Toplamı : 592
Bekârlar Toplamı : 39
Mardin Kapı Mahallesi
Müslüman Aile Reisi : 146
Hıristiyan Aile Reisi : 32
Yahudi Aile Reisi : 254
Yahudi Bekâr : 57
Yahudi Aile Reisi : -
Yahudi Bekâr : -
Aile Sayıları Toplamı : 400
Bekârlar Toplamı : 89
Yeni Kapı Mahallesi
Müslüman Aile Reisi : 344
Hıristiyan Aile Reisi : 22
Yahudi Aile Reisi : 554
Yahudi Bekâr : 48
Yahudi Aile Reisi : -
Yahudi Bekâr : -
Aile Sayıları Toplamı : 898
Bekârlar Toplamı : 70
Dağkapı Mahallesi
Müslüman Aile Reisi : 340
Hıristiyan Aile Reisi : 30
Yahudi Aile Reisi : 55
Yahudi Bekâr : 6
Yahudi Aile Reisi : -
Yahudi Bekâr : -
Aile Sayıları Toplamı : 395
Bekârlar Toplamı : 36
Bu sayının bir diğer yönü, mahallelerin, dinlere özgü bir ayrımda olmadığını gösteriyor. Müslüman ve gayrimüslim kesim iç içe yaşamaktadırlar. Belgeler 19. yy. 1. yarısında da durumun böyle olduğunu gösteriyorsa da her dönem için geçerli olmayabilir. Güneydoğu çeyreğinde Getto’ları andırır bir düzen yukarıda açıkladığımız nedene bağlanabilirse de oldukça sınırlıydı. Çocukluk ve gençlik yıllarımın geçtiği Yiğit Ahmet Mahallesi Ziraat Bankası Sokağında (Çarşı karakolunu Yüksek Fırına bağlayan şimdiki sokak), Hıristiyan komşularımız vardı. Bu, her kentte böyleydi ve onların bir uygarlık ölçüsüydü. Sözgelimi Sivas 1. İzzettin Keykâvus Şifahanesi vakfiyesinde, yapıyı çevresiyle tanıtırken, Keykâvus’un Sivas’ta inşasını emrettiği darüşşifa, “Tokat Caddesi ağzındadır. Dört taraftan: 1. Nizam Yağıbasan tekkesi ile, 2. Medrese-i Selçukiye ile, 3. Sultan bahçesi ile, Mimar Bedrettin menazili ile Papaz Arakil menzili ile, ikinci dölik ve Fırat menzilleri ile, Bakkal Hüseyin Menzili ile, 4. Mezkur Tokat Caddesi ile mahduttur. Kapısı bu caddeye açılır” denmektedir.
İlk sayımından 22 yıl sonra yine Kanunî günlerinde Âmida Beylerbeyliğinde 1540 yılında yapılan 2. sayım, kent nüfusunun %50 arttığını gösteriyor. Mahalle mescitlerinin dışında bugüne erişen büyük camilerin bazıları bu dönemdedir. 1518’deki 2300’ü aşan hane sayısı 3400’e yaklaşır. Mahalleler küçülür ve sayıları 69’a erişir. Kaynaklara göre bu rakamlar değişebilmektedir. Bunlar arasında gördüğümüz Taceddin, Şeyhmatar gibi isimler, bunların yaptırdıkları yapıları tarihlemede de sağlam kapnak olmaktadırlar. Bu arada gayrimüslim kesimin, Yahudi, Şemsi, Nasturi, Süryani ve Ermenilerden oluştuğu da anlaşılıyor. Bu gelişim ve güven kenti canlandırdı. Kırsal kesimden gayrimüslim kesimin, zanaat sahipleri göç ettikçe ticaret arttı. 1540 sayımına göre Âmid Sancağı yani kent merkezinin nüfusu 142.576’dır. Eyalet 423.270 kişiydi. 1520- 30 yılları arasında Amid’in Ankara’dan daha ileride Konya ve Sivas’ın 3 ve Tokat’ın 2 katına eriştiğini görüyoruz.
Yaygın dilin Türkçe olduğu Âmida, Uzakdoğuyu batıya, güneyi kuzeye bağlayan önemli bir kavşakta olduğundan, tarihin her döneminde, siyasal, askerî yönü yanında canlı bir ekonomi de yaşadı. Bu değişik etnik topluluğu bir arada tutmaya yol açtığı gibi bunlara bağlı olara ticaret, dokuma debbağlık, el sanatlarında da önemini korudu. İpek, pamuk, tiftik, sahtiyan, deri, şişe, çömlek, testicilik, bakırcılık ve kuyumculuk önemli dallardandı. 16. yy.’da ünü çok yayılan kuyumculuk mesleğinin pirî Ahmet Çelebi’ydi. (1523-1601) 1567 yılında Diyarbakır Valiliğine getirilen Sokullu Mehmet Paşa’nın oğlu Vezir Hasan Paşa, kuyumcular için ünlü Kapalıçarşı ve Hanını yaptırdı. Sonra buna Ketenciler Çarşısı da eklenecektir. Padişah 4. Murat Bağdat’ı aldığında “Emâkin-i Mübareke” süslemelerini buradaki kuyumculara yaptırdı. Diyarbakır’da ilk gazete 1869’da yayımlandı. O tarihte Osmanlı sınırlarında ancak 24 ilde gazete çıkarılıyordu. Kurt İsmail Paşa, Diyarbakır’da ilk matbaayı (1869) kurdu. Gazetenin ilk sayısı burada basıldı. 1810 yılında Ergani- Maden ocağı işletilmeye başlandı. İç Kale’de bir dökümanhane vardı. 1908’de Ziraat Bankası kuruldu. Van, Erzurum, Sivas, Rakka ve Musul eyaletleriyle çevrildi. Âmida’ya bu nedenle Paşa Sancağı denir. Cihannuma burayı 8 Kürt Beyleri Ocağı, 11 Osmanlı Sancağı ve devlete tabi 5 hükümet olarak belirler. Evliya Çelebi, ahalinin Türkmen, Arap, Acem, Kürt ve Ermenilerden oluştuğunu yazar. Batılılaşma döneminde yönetimsel dağılım (idarî düzen) değişince Diyarbakır, vilayet oldu (1867 yılı). Osmanlı siyasal ve askeri düzeninde, özellikle İran seferlerinde Âmida çok önemli bir üs olduğundan, yönetim buraya hep çok seçkin sadrazamlarını büyük vezirlerini gönderiyor, güçlü aktif bir orduyu hazır bulunduruyordu. Bu özen, Diyarbakır’ın kültür, edebiyat, şiir ve müzikte de çok geliştiğini gösteriyor. Kuşkusuz mimarlığı da bunun dışında kalamazdı.
Günümüze erişen yapılarda çok daha fazlasının yıkıldığını belgeler kanıtlıyor. Evliya Çelebi gördüklerinin adlarını vermektedir. 1900’daki bir salnamede, kentte 24 cami, 21 mescit, 8 hamam, 1 belediye, 1 hastahane, 6 tekke, 11 kilise, 20 han, 1 basımevi, 1 üstü örtülü çarşı, 3 kitaplık, 11 medrese, 13 çeşme, 1 askerî rüştiye, 1 mülki rüştiye, 1 öğretmen okulu, 5 ilkokul, 10 sübyan okulu, 9 Hıristiyan okulu, 2 yabancı okul, 1 Yahudi okulu, 1 sanat mektebi ve 1 idadî adı geçiyor. Bugün bunların ancak %10’u ayaktadır.
Günümüze erişenlere dikkat edilirse İslamî yapılar Ulu Cami dışında Akkoyunlulardan daha eskiye inmez. Hazreti Süleyman Camisinin geçirdiği değişiklik ve tarihlerini Diyarbakır Camileri yayınımızda açıklıyoruz. Büyük Selçukluluk ancak Ulu Camide onarım yapacak süre kaldılar. Anadolu Selçukluların Sultan Şüçaeddin Kümbeti oldukça onarılmış ve kare plânı ve 2 katlılığı dışında değişmiştir. Bunların da Ulu Camiyi onardıkları yazıtlarından anlaşılıyor. Artukluların kent içinde kendi adlarıyla anılan yapıları sınırlıdır.
Akkoyunluları izleyen Osmanlılar da bu yerel ve yöresel (Yukarı Suriye) özelliklerinin dışında kalamazdılar. Öyle ki, Bir Nebi (Peygamber) Camisinin bunlardan birine maletmek tam olarak mümkün olmaz. klâsik Dönem Osmanlı günlerinin İskender Paşa, Behram Paşa gibi camilerinde bile bunlar varlığını sürdürür. Mimar Koca Sinan’ın doğrudan buradaki bir yapıya ayıracak vakti yoktur. Mahalle mescitleri durumundaki kâgir kemer ve kolona oturan ahşap kirişlemeli toprak damlı enine plânlı yapıları daha sonra da devam edecek olup zaten tarih boyunca evlerde de kullanılan bir yöntemdir.
Diyarbakır’daki yapı kaybını sadece bakımsızlığa bağlamak doğru değildir. Bu nedenlerden sadece biridir. 1114- 15 yılı yangınında Ulu Caminin, temeline kadar yıkıldığını kaynaklar belirtiyor. 1711 ve 13’te 2 yangın daha bu yapılara zarar verir. 1912’de de bir yenisi görülecektir. 1803, 1819 ve 1831 ayaklanması da doğrudan ve dolaylı kente zarar verdi. 1819 kıyımında İç Kaleden atılan top mermileri, Nasuh Paşa Camisi üst yarısı ile Bıyıklı Mehmet Paşa Camisi avlu kuzey duvarı ve buradaki işlemeli kıpısını yıktı. Şeyhzadeler Konağı önemli ölçüde zarar gördü. 1830’larda Ulu Cami ve 5 Mayıs 1828’de Behram Paşa Camisi minaresine yıldırım düştü ve ancak 1930’da onarılabildi. Aynı kış, Melek Ahmet Paşa Camisi minaresi de zarar gördü.
Diyarbakır’ı Mart 1754 ve Aralık 1894’deki kolera salgını adeta boşaltır. Son ki Hüsrev Paşa Mahallesinde başlamış ve 1895’e kadar sürmüştü. Aralık 1790 Taun ve 1916 Tifüs salgınları da ünlüdür. Bu arada yapılara düzenli ve kesintisiz bakım yapıldığı düşünülemez. Karacağdan püsküren kalın lav tabakası üstüne oturan kentin depremden zarar görmediği anlaşılıyor.
1874 Diyarbakır salnamesinde 130 kadar çeşme ve 1869 tarihlisinde hamamlar için ayrıntılı bilgi vardır. Bunlardan ancak 6- 7’si günümüze gelebilmektedir. Dede Korkut Oğuznamelerinde de adı Hamid olarak geçen Diyarbakır ne yazık ki bugün tarihi görüntüsünü büyük ölçüde yitirmiştir. Kırsal kesimden kente hücum, sosyal, kültürel, geleneksel, sanatsal (dil, edebiyat, düşün, müzik) bir yok olmayı beraberinde taşımıştır. Bu nedenle yeni yeni çalışmalarla, korunması gerekli yapıların her yönüyle incelenip yayınlanması ulusal bir zorunluluk olmuştur. Kısa süre sonra bunların pek çoğunu yitirsek şaşmayalım. Ünlü Diyarbakır evleri de öyle oluyor. İşte bu gerçekler, yayınımızın itici gücü oldu.
Kentin suları hakkında yerli ve yabancı yazarların, değişik tarihli gezginlerin kısa notlarını da ekleyerek verdikleri bilgiler birbirini tamamlar durumdadır. Mimarî ağırlıklı yanımızda bu konuya eğilmiyor ancak çok kısa olarak değinmekle yetiniyoruz.
- Urfa Kapısının hemen dışında, sur duvarının eteğinde, tepe üzerinden bir suyun fışkırdığından,
- Kente girdiği yerde Ulu Cami ve çeşmelere doğru kollara ayrılan, dereyi andırır,
- Bir Ermeni misyonerinden iletilmek üzere, kale içinde yer alan 3 çeşmeyi ve buna bağlı birçok değirmeni çalıştıran bir sudan,
- Nasır-ı Hüsrev’e göre beş değirmen taşını çevirecek kadar güçlü bir sudan sözediyor. Evliya Çelebi buna “kent sularından kaynaklanan bir su, değirmenleri döndürüyor, saraya kadar ulaşıyor, şelâle ve sel haline dönüşerek Dicle’ye karışıyor.” bilgisini ekler.
Bilindiği gibi, Diyarbakır surlarını batı ve kuzey yönünde bir yapay kanal savunmada yardımcı olmak üzere dolanıp, Fis Kayasından aşağıya akıyordu. Bu kaynaklar, böylesine bir kanalı besliyor olabilir. Bilindiği gibi Urfa Kapısının biraz güneyinde içeride, sur duvarına bitişik, günümüze kadar gelen, ancak son 10- 20 yıldır çalıştırılmayan bir değirmen vardır. Herhalde bu sudan yararlanıyordu.
Diyarbakır batıdan doğuya (bağlar semtinden kente doğru) az inişli (eğimli) bir düzlük üstünde olduğundan kentin (sur içi) batı yakasından surlarla beslenmesi topografyasından kaynaklanıyor. Ali Pınar Köyü ve kaynağı, Hamravat Suyu, Çifte Kapının hemen içindeki Ayn Zeliha Gözesi hep bu yöndedir. Kentin kuzeydoğusunda yer alan İç Kale suyunun nereden geldiği gizli tutulduğu için bilinmemektedir ve buradan doğuya akan sular günümüzde de birkaç değirmen çalıştırıp, bahçeleri sulayarak Dicle’ye karışır.
Bâkılâ diye adlandırılan su için bir bilgiye sahip değiliz. Ancak sur içindeki pek çok çeşme kuşkusuz göze ve sularla besleniyordu ve bir savunmada halkı aylarca, yıllarca besleyecek çaptaydı. Diğer yandan, İç Kaleden doğuya, Dicle’ye inen bir gizli yol gibi, Mardin Kapısını, Dağ Kapısına bağlayan ve kenti ortasından, güneyden kuzeye ikiye bölercesine uzanan bir yer altı geçidinden kaynaklar sözetmiyor. Bunun, İç Kaleye bağlanmadıkça kime ne yararı olabilir? Oysa Gabriel burada kentin en eski dış surundan sözeder. Bu, Özsezgin’nin üstünde durduğu bir geniş kanalizasyon olabilir. Diyarbakır’ın çok düzenli bir kanalizasyonu vardı ve herhalde Roma günlerindendi.
Diyarbakır, Karacadağ’dan doğuya doğru uzanan az eğimli alanın son sınırında yer alır. Dicle Vadisi kenti doğu yönde sınırlayarak güneyde batıya dönerek Mardin Kapıya kadar uzanır. Bu yaka kentten gelen, değirmenleri çeviren kullanılmış su ve kanalizasyonla beslenen Esfel Bahçeleriyle (halk efsel de der) sarılıdır. 12. yy. da burasının yine bu biçim ve amaçta kullanıldığını bir belge gösteriyor
Âmid (veya Karaamid), Hazreti Ömer’in halifeliği günlerinde (634- 644), 27 Mayıs 638’de Arapların eline geçti. Yayınlar bu tarihi daha çok 639 olarak veriyorlar. Ordu, kendi kuşattığında İyaz bin Gunm Mardin Kapısını, Said bin Zayd Urfa Kapısını, Mirazbin Cabal Dağ Kapısını (Harput Kapısı) ve Halid bin Velid de Yeni Kapıyı zorluyorlardı. Güçlü surlar, kenti almada çok önemli bir engeldi. Kuşatma 5 ay sürdü. Kentin Dicle (doğu) Yakasını sürekli olarak vuran kumandana, bir gün köpeklerin girip çıktığı bir kanalizasyonun görüldüğü haberi verilince, Halit bin Velit yanına çok iyi savaşan 80 kadar bahadırını alarak buradan ilerleyip İç Kaleye vardılar. Fetih Kapısını açarak kentin ele geçirilmesini sağladılarsa da hepsi hemen oracıkta şehit edildi. Bunların 21’inin adları bilinmekte ve Hz. Ömer Camisi haziresinde yatmaktadırlar. Başkumandan İyaz bin Gunm, Sasaa’yı kente Vali olarak atadı. Sırayla Âmida’yı Emeviler, Abbasiler, Şeyhoğulları, Hamdanoğulları, Büveyhoğulları, Mervanoğulları, Büyük Selçuklular (1085- 1093), Şam Selçukluları İnaloğulları, Nisanoğulları, Artuklular (1183- 1232), Mısır ve Şam Eyyubileri (1232- 1240), Anadolu Selçukluları (1240- 1302), Mardin Artukluları (1302- 1394), Timur (1394- 1401), Akkoyunlular (1401- 1507), Safeviler (Şah İsmail 1507- 1515) egemen oldular.
Arap dünyasından, Türk dünyasına geçişte Diyarbakır yine, canlı, hareketli ve zengin bir tarih yaşar. Küçük Asyanın alınmasında, Eksik (Eksük) oğlu Artuk Beyin katkısı çoktu. Yeşilırmak Vadisini ele geçirmiş ve oldukça ün kazanmıştı. Ancak aşırı delişmenliğiyle Büyük Selçuklu “Fetih” politikasının önüne geçince, aldıkları yerler Daniş Gazi’ye verilip kendisi geri hizmete alındı. Bu süreçte onu (1086- 91), Selçukluların Kudüs Vadisi olarak görüyoruz. Bundan böyle, kılıcı değil yönetimi yeğleyecek, ancak bunu içine yediremeyip Süleyman Şah’ın kaderine olumsuz katkısı olacaktır. Oğuzların Kayı boyundan (Döğer boyu olarak da tanımlayanlar vardır) Artuk Bey 1085 Amid kuşatmasına da katıldı. Büyük Selçuklu taht kavgası, Artukluların, Kuzey Suriye’yi almalarını kolaylaştırdı ve Haçli Seferlerine karşı çok zaferler kazandılar. Yine de Selçuklu ve Abbasi Halifesinin etkinliği altındaydılar. Moğal, Akkoyunlu ve Karakoyunlu baskısı, başkentlerini değiştirerek tarihsel süreçlerine son verdi. Hasankeyf, Mardin, Diyarbakır ve Harput onların zengin anılarıyla doludur. İşte bu süreçte Amida’nın tarihsel ve kültürel yönüne katkıları oldu. Günümüze erişen gurur verici yapıları var ve çevredekilerle bir bütün oluyor. Belgeler, dinsel, ulaşım ve eğitim ağırlıklı yapıları yanında konutlar için hiçbir bilgi vermiyor. Yine de İç Kaledeki Artuklu Sarayı, Asya Oğuz boyları yurt, konut ve saray bağını, Yukarı Mezopotamya katılımında sergileniyor. Ne yazık ki kültürel tarih verileri çok az. O tarihlerde de bölge, dinsel ve etnik homojenlikten uzaktı. Buna, göçeri Oğuz Boylarının katkısı, etkisi, egemenliği nasıl oldu ve buna bağlı fiziksel çevre değişimi nasıl bir başkalaşım süreci, aşaması yaşadı bilmiyoruz. Selçuklu hoşgörüsü altında bu heterojen kesimle uyum içinde yaşamak, onları kendilerine bağlı bulmak ustaca yönetim gerektiriyordu. Kuşkusuz bunun tek yolu onları bir varlık değer, gerçek olarak kabul etmek ve haklarını korumakla başlıyordu. İnançlarına, ibadethanelerine ve özellikle tapınaklarına karışmamak önemli bir yöntem oldu. Tüm bunların yanında Akkoyunlular ve Karakoyunlular da dahil Amida giderek Türk kenti oldu. Bu oluşum, değişim Osmanlılara çok yaradı. Mayafarkin, Hasankeyf, Mardin, Harput da bu dönemin sırayla önem kazanan siyasal, kültürel ve sanatsal odaklarıdır.
Tarihsel gelişimine bakarak Amida’nın bu süreçteki yeri yadsınamaz. Osmanlıların bu kente bu denli önem vermelerinin altında sadece jeo- politik neden yoktur elbet. Yalnız Diyarbakır değil, Bitlis’in bile bir Türkmen bilinciyle, Oğuz kültürüyyle beslenip dolması yanında, Küçük Asyayı Anadolulu yapan olgunun iyice olgunlaştığı anlaşılıyor. İşte İdrisi Bitlisî böyle bir ortamda yetişti ve Amida’ya da katkısı oldu. Siyasal eğilim ve yönetimi devirme günü yaklaşmıştı. Bir hamle bekliyordu. Osmanlı gerçeği artık bu yöre için bir can simidiydi. Çünkü Safevilerin Doğu Anadolu’daki yönetimi, Şiiliği tehlikeli boyutlarda yayma politikası, Osmanlıları endişelendirmekteydi. Halk ve çevre beyler baskı, eziyet ve vergiden yakınmaktaydılar. İdrisi Bitlisî durumu Sultana iletiyor ve katılma arzusunun büyüklüğünü dile getiriyordu. Bıyıklı Mehmet Paşa görevlendirildi. Bayburt (1514) dahil, doğuda pek çok yer alındı. Silvan (Meyyafarikin), Eğil, Palo (Palu), Erbil ve Kerkük ele geçirildi. Paşa, Amasya ve Sivas Beyleri kuvvetlerini de yanına alarak Diyarbakır’ı kuşattılar. 15 Mayıs 1515’te (bazı araştırmacılar bunu, 9, 10 Eylül olarak da verirler) Âmid ele geçirildi. Bıyıklı Mehmet Paşa, kentin ilk Osmanlı Valisi oldu. Yaptığı fetihlerden ötürü halk günümüzde de Fatih Paşa Camisi olarak anar (üstünün kaplamasından ötürü Kurşunlu Cami de denilmektedir). İdrisi Bitlisî’ye büyük yardımlarından ötürü, gerekli atamaları yapması için isim bölümü boş bırakılan ferman gönderildi. Kısa sürede yöre güvene kavuştu ve Ustaclu Karahan’ın bası kesilerek Sultan’a gönderildi.
Âmid Beylerbeyi, Osmanlı düzenine göre merkez ve 24 sancak olarak hemen kuruldu. Harput, Akçakale, Ergani, Çemişgezek, Hasankeyf, Siirt, Sancar, Siverek, Silvan ve Nusaybin (toplam 11 tane) sancak olarak bağlandı. Atak, Portuk, Tercil, Cabakcur, Çermik, Sağman, Kelap ve Mihrani (toplam 8 tane) özel statülü sancaklardı. Eğil, Palu, Cizre Hazo ve Genç idaresi babadan oğula geçen daha özerk sancak durumundaydılar. Bunlardan başka zeamet ve timar sahipleri aşiret beyleri de vardı. Böylece Âmid Beylerbeyliği, ulufeli ve yerlikulu askerleri dışında 18.000 askeri eğiten, donatan bir güce sahip oluyordu. Bugün bu sancaklardan bazıları il olmuş veya çevre illere bağlanmış durumdadır.
Kanuni, Diyarbakır’a gelen ilk Osmanlı padişahı olup 20 Ekim 1535’te, İran Seferi dönüşü Âmida’da 22 gün kaldı. Beylerbeyi Hüsrev Paşa’ya verdiği emirle genişletilan İç Kaleyi (1526) gezdi. 29 Eylül 1549’da, yine İran Seferi nedeniyle Halep’ten dönerken yolda hastalanınca Diyarbakır’da 2 kez kaldı. Onun, “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi “sözü o günlerinin deyimidir. Karacadağ yaylalarında dinlenip sağlığına kavuştu. Vali Bali Paşa’ya emredip Gözeli’den kente getirttiği (1535) Hamravat Suyu ve kemerlerini inceledi. Bunu Mimar Koca Sinan’a Kastamonulu kalfası Kasım Çelebi yapmıştı. 4 Kasım 1549’da 34 gün kaldığı Âmida’dan İstanbul’a hareket etti. 19. yy. başına kadar kentteki pöhrenkli su donatısı çalıştı. Son yıllarda çok bozulmuş, su kaybına ve yabancı maddelerin karışımına neden olmuştu. Bunun üzerine 1930 yılında bu su, demir borular içine alındı.
1515 yılında Osmanlılara geçen Âmida, yönetim düzenine göre hemen yeni bir sayıma alındı. 1518’de ki bu ilk sayım defterlerine göre kent; Urfa Kapı, Mardin Kapı ve Dağ Kapı Mahallelerinden oluşuyordu. 1515’te kent nüfusu 2/3 oranında azalmış ve yıkık durumdaydı. Hızlı bir bayındırlık çabası başladı. Kentin 12.500 kişilik nüfusu aşağıdaki tabloya göre dağılıyordu.
Bu dağılıma bakılırsa Müslüman çoğunluğun Yenikapı Urfakapı Mahalleleri ekseninde olduğu görülür. Buna kuzey yarı da eklenince, kentin güneyinin Hıristiyanlara ayrıldığı anlaşılır. Buna kesin bir ayrım değil, yoğunlaşma olarak bakmak gerekir. Çünkü Müslümanlara bağlı olarak Yenikapı Mahallesinde Hıristiyanlarda 554 aile reisliğiyle 1. sıradadırlar. Bunu Mardin Kapı ve Urfa Kapı’dakiler izler. Burada toplam aile sayısı 898 olup her biri beşer kişi sayılsa ortalama 4.500 kişiyle, nüfusun %38’i demektir. Urfa Kapı Mahallesi toplam 592 aile reisi ve bekârlarıyla 3000 kişiyi bulup %25 oranına erişir. Bu durumda 1518’de kentin doğu batı ekseninde halkın %60’ı yaşıyordu. Mardin Kapı ve Dağ Kapı’da sayılar birbirine çok yakındır. Buna İç Kale yönetim ve askerleri de katılırsa, kentin Müslümanlarının, güneyden kuzeye doğru giderek arttığı söylenebilir. Kentin kuzeyi güneye oranla fark az da olsa yüksektir. Dağdan esen temiz havadan Müslüman çoğunluğun daha çok yararlanmak istemesi önemli bir etken olabilir. Doğu yöndeki yoğunluk, Dicle Vadisindeki bahçelere, sebze ve meyvecilik gibi gelir kaynağına bağlanabilir. Bu yerleşme düzeni herhalde her dönemde böyleydi. Çünkü Ulu Caminin yerinde bulunan Mar Toma Kilisesi (Katedrali) kentin kuzey yarısındadır. Diğer kiliseler de güneydoğu çeyreğinde sıklaşır. Yahudilerin nerede yoğunlaştıklarını bilmiyoruz. Kentte o dönemde Gregoryan, Katolik ve Protestan Ermenilerin, Ortodoks ve Katolik Rumların, Katolik Keldanilerin, Katolik ve Yahudi Süryanilerin, Yahudilerin dinsel liderleri ve tapınakları vardı. Latil ve Kapuşen İtalyanların sayısı azdı. Osmanlıların gerileme ve çökme döneminde birbirine yaklaşıp kümelenmeye daha gerek duymuş olabilirler. Çocukluk günlerinde top oynadığımız boşlukların, Pazar yerinin, Gavur Mahallesinin, Sami İşmenlerin tuğla ve kiremit depolarının (Kârhane) hep bu çeyrekte oluşu, Yeni Kapı Hıristiyan yoğunluğunun yerleşim alanı olduğunu gösteriyor.
Urfa Kapı Mahallesi
Müslüman Aile Reisi : 390
Hıristiyan Aile Reisi : 23
Yahudi Aile Reisi : 202
Yahudi Bekâr : 16
Yahudi Aile Reisi : -
Yahudi Bekâr : -
Aile Sayıları Toplamı : 592
Bekârlar Toplamı : 39
Mardin Kapı Mahallesi
Müslüman Aile Reisi : 146
Hıristiyan Aile Reisi : 32
Yahudi Aile Reisi : 254
Yahudi Bekâr : 57
Yahudi Aile Reisi : -
Yahudi Bekâr : -
Aile Sayıları Toplamı : 400
Bekârlar Toplamı : 89
Yeni Kapı Mahallesi
Müslüman Aile Reisi : 344
Hıristiyan Aile Reisi : 22
Yahudi Aile Reisi : 554
Yahudi Bekâr : 48
Yahudi Aile Reisi : -
Yahudi Bekâr : -
Aile Sayıları Toplamı : 898
Bekârlar Toplamı : 70
Dağkapı Mahallesi
Müslüman Aile Reisi : 340
Hıristiyan Aile Reisi : 30
Yahudi Aile Reisi : 55
Yahudi Bekâr : 6
Yahudi Aile Reisi : -
Yahudi Bekâr : -
Aile Sayıları Toplamı : 395
Bekârlar Toplamı : 36
Bu sayının bir diğer yönü, mahallelerin, dinlere özgü bir ayrımda olmadığını gösteriyor. Müslüman ve gayrimüslim kesim iç içe yaşamaktadırlar. Belgeler 19. yy. 1. yarısında da durumun böyle olduğunu gösteriyorsa da her dönem için geçerli olmayabilir. Güneydoğu çeyreğinde Getto’ları andırır bir düzen yukarıda açıkladığımız nedene bağlanabilirse de oldukça sınırlıydı. Çocukluk ve gençlik yıllarımın geçtiği Yiğit Ahmet Mahallesi Ziraat Bankası Sokağında (Çarşı karakolunu Yüksek Fırına bağlayan şimdiki sokak), Hıristiyan komşularımız vardı. Bu, her kentte böyleydi ve onların bir uygarlık ölçüsüydü. Sözgelimi Sivas 1. İzzettin Keykâvus Şifahanesi vakfiyesinde, yapıyı çevresiyle tanıtırken, Keykâvus’un Sivas’ta inşasını emrettiği darüşşifa, “Tokat Caddesi ağzındadır. Dört taraftan: 1. Nizam Yağıbasan tekkesi ile, 2. Medrese-i Selçukiye ile, 3. Sultan bahçesi ile, Mimar Bedrettin menazili ile Papaz Arakil menzili ile, ikinci dölik ve Fırat menzilleri ile, Bakkal Hüseyin Menzili ile, 4. Mezkur Tokat Caddesi ile mahduttur. Kapısı bu caddeye açılır” denmektedir.
İlk sayımından 22 yıl sonra yine Kanunî günlerinde Âmida Beylerbeyliğinde 1540 yılında yapılan 2. sayım, kent nüfusunun %50 arttığını gösteriyor. Mahalle mescitlerinin dışında bugüne erişen büyük camilerin bazıları bu dönemdedir. 1518’deki 2300’ü aşan hane sayısı 3400’e yaklaşır. Mahalleler küçülür ve sayıları 69’a erişir. Kaynaklara göre bu rakamlar değişebilmektedir. Bunlar arasında gördüğümüz Taceddin, Şeyhmatar gibi isimler, bunların yaptırdıkları yapıları tarihlemede de sağlam kapnak olmaktadırlar. Bu arada gayrimüslim kesimin, Yahudi, Şemsi, Nasturi, Süryani ve Ermenilerden oluştuğu da anlaşılıyor. Bu gelişim ve güven kenti canlandırdı. Kırsal kesimden gayrimüslim kesimin, zanaat sahipleri göç ettikçe ticaret arttı. 1540 sayımına göre Âmid Sancağı yani kent merkezinin nüfusu 142.576’dır. Eyalet 423.270 kişiydi. 1520- 30 yılları arasında Amid’in Ankara’dan daha ileride Konya ve Sivas’ın 3 ve Tokat’ın 2 katına eriştiğini görüyoruz.
Yaygın dilin Türkçe olduğu Âmida, Uzakdoğuyu batıya, güneyi kuzeye bağlayan önemli bir kavşakta olduğundan, tarihin her döneminde, siyasal, askerî yönü yanında canlı bir ekonomi de yaşadı. Bu değişik etnik topluluğu bir arada tutmaya yol açtığı gibi bunlara bağlı olara ticaret, dokuma debbağlık, el sanatlarında da önemini korudu. İpek, pamuk, tiftik, sahtiyan, deri, şişe, çömlek, testicilik, bakırcılık ve kuyumculuk önemli dallardandı. 16. yy.’da ünü çok yayılan kuyumculuk mesleğinin pirî Ahmet Çelebi’ydi. (1523-1601) 1567 yılında Diyarbakır Valiliğine getirilen Sokullu Mehmet Paşa’nın oğlu Vezir Hasan Paşa, kuyumcular için ünlü Kapalıçarşı ve Hanını yaptırdı. Sonra buna Ketenciler Çarşısı da eklenecektir. Padişah 4. Murat Bağdat’ı aldığında “Emâkin-i Mübareke” süslemelerini buradaki kuyumculara yaptırdı. Diyarbakır’da ilk gazete 1869’da yayımlandı. O tarihte Osmanlı sınırlarında ancak 24 ilde gazete çıkarılıyordu. Kurt İsmail Paşa, Diyarbakır’da ilk matbaayı (1869) kurdu. Gazetenin ilk sayısı burada basıldı. 1810 yılında Ergani- Maden ocağı işletilmeye başlandı. İç Kale’de bir dökümanhane vardı. 1908’de Ziraat Bankası kuruldu. Van, Erzurum, Sivas, Rakka ve Musul eyaletleriyle çevrildi. Âmida’ya bu nedenle Paşa Sancağı denir. Cihannuma burayı 8 Kürt Beyleri Ocağı, 11 Osmanlı Sancağı ve devlete tabi 5 hükümet olarak belirler. Evliya Çelebi, ahalinin Türkmen, Arap, Acem, Kürt ve Ermenilerden oluştuğunu yazar. Batılılaşma döneminde yönetimsel dağılım (idarî düzen) değişince Diyarbakır, vilayet oldu (1867 yılı). Osmanlı siyasal ve askeri düzeninde, özellikle İran seferlerinde Âmida çok önemli bir üs olduğundan, yönetim buraya hep çok seçkin sadrazamlarını büyük vezirlerini gönderiyor, güçlü aktif bir orduyu hazır bulunduruyordu. Bu özen, Diyarbakır’ın kültür, edebiyat, şiir ve müzikte de çok geliştiğini gösteriyor. Kuşkusuz mimarlığı da bunun dışında kalamazdı.
Günümüze erişen yapılarda çok daha fazlasının yıkıldığını belgeler kanıtlıyor. Evliya Çelebi gördüklerinin adlarını vermektedir. 1900’daki bir salnamede, kentte 24 cami, 21 mescit, 8 hamam, 1 belediye, 1 hastahane, 6 tekke, 11 kilise, 20 han, 1 basımevi, 1 üstü örtülü çarşı, 3 kitaplık, 11 medrese, 13 çeşme, 1 askerî rüştiye, 1 mülki rüştiye, 1 öğretmen okulu, 5 ilkokul, 10 sübyan okulu, 9 Hıristiyan okulu, 2 yabancı okul, 1 Yahudi okulu, 1 sanat mektebi ve 1 idadî adı geçiyor. Bugün bunların ancak %10’u ayaktadır.
Günümüze erişenlere dikkat edilirse İslamî yapılar Ulu Cami dışında Akkoyunlulardan daha eskiye inmez. Hazreti Süleyman Camisinin geçirdiği değişiklik ve tarihlerini Diyarbakır Camileri yayınımızda açıklıyoruz. Büyük Selçukluluk ancak Ulu Camide onarım yapacak süre kaldılar. Anadolu Selçukluların Sultan Şüçaeddin Kümbeti oldukça onarılmış ve kare plânı ve 2 katlılığı dışında değişmiştir. Bunların da Ulu Camiyi onardıkları yazıtlarından anlaşılıyor. Artukluların kent içinde kendi adlarıyla anılan yapıları sınırlıdır.
Akkoyunluları izleyen Osmanlılar da bu yerel ve yöresel (Yukarı Suriye) özelliklerinin dışında kalamazdılar. Öyle ki, Bir Nebi (Peygamber) Camisinin bunlardan birine maletmek tam olarak mümkün olmaz. klâsik Dönem Osmanlı günlerinin İskender Paşa, Behram Paşa gibi camilerinde bile bunlar varlığını sürdürür. Mimar Koca Sinan’ın doğrudan buradaki bir yapıya ayıracak vakti yoktur. Mahalle mescitleri durumundaki kâgir kemer ve kolona oturan ahşap kirişlemeli toprak damlı enine plânlı yapıları daha sonra da devam edecek olup zaten tarih boyunca evlerde de kullanılan bir yöntemdir.
Diyarbakır’daki yapı kaybını sadece bakımsızlığa bağlamak doğru değildir. Bu nedenlerden sadece biridir. 1114- 15 yılı yangınında Ulu Caminin, temeline kadar yıkıldığını kaynaklar belirtiyor. 1711 ve 13’te 2 yangın daha bu yapılara zarar verir. 1912’de de bir yenisi görülecektir. 1803, 1819 ve 1831 ayaklanması da doğrudan ve dolaylı kente zarar verdi. 1819 kıyımında İç Kaleden atılan top mermileri, Nasuh Paşa Camisi üst yarısı ile Bıyıklı Mehmet Paşa Camisi avlu kuzey duvarı ve buradaki işlemeli kıpısını yıktı. Şeyhzadeler Konağı önemli ölçüde zarar gördü. 1830’larda Ulu Cami ve 5 Mayıs 1828’de Behram Paşa Camisi minaresine yıldırım düştü ve ancak 1930’da onarılabildi. Aynı kış, Melek Ahmet Paşa Camisi minaresi de zarar gördü.
Diyarbakır’ı Mart 1754 ve Aralık 1894’deki kolera salgını adeta boşaltır. Son ki Hüsrev Paşa Mahallesinde başlamış ve 1895’e kadar sürmüştü. Aralık 1790 Taun ve 1916 Tifüs salgınları da ünlüdür. Bu arada yapılara düzenli ve kesintisiz bakım yapıldığı düşünülemez. Karacağdan püsküren kalın lav tabakası üstüne oturan kentin depremden zarar görmediği anlaşılıyor.
1874 Diyarbakır salnamesinde 130 kadar çeşme ve 1869 tarihlisinde hamamlar için ayrıntılı bilgi vardır. Bunlardan ancak 6- 7’si günümüze gelebilmektedir. Dede Korkut Oğuznamelerinde de adı Hamid olarak geçen Diyarbakır ne yazık ki bugün tarihi görüntüsünü büyük ölçüde yitirmiştir. Kırsal kesimden kente hücum, sosyal, kültürel, geleneksel, sanatsal (dil, edebiyat, düşün, müzik) bir yok olmayı beraberinde taşımıştır. Bu nedenle yeni yeni çalışmalarla, korunması gerekli yapıların her yönüyle incelenip yayınlanması ulusal bir zorunluluk olmuştur. Kısa süre sonra bunların pek çoğunu yitirsek şaşmayalım. Ünlü Diyarbakır evleri de öyle oluyor. İşte bu gerçekler, yayınımızın itici gücü oldu.
Kentin suları hakkında yerli ve yabancı yazarların, değişik tarihli gezginlerin kısa notlarını da ekleyerek verdikleri bilgiler birbirini tamamlar durumdadır. Mimarî ağırlıklı yanımızda bu konuya eğilmiyor ancak çok kısa olarak değinmekle yetiniyoruz.
- Urfa Kapısının hemen dışında, sur duvarının eteğinde, tepe üzerinden bir suyun fışkırdığından,
- Kente girdiği yerde Ulu Cami ve çeşmelere doğru kollara ayrılan, dereyi andırır,
- Bir Ermeni misyonerinden iletilmek üzere, kale içinde yer alan 3 çeşmeyi ve buna bağlı birçok değirmeni çalıştıran bir sudan,
- Nasır-ı Hüsrev’e göre beş değirmen taşını çevirecek kadar güçlü bir sudan sözediyor. Evliya Çelebi buna “kent sularından kaynaklanan bir su, değirmenleri döndürüyor, saraya kadar ulaşıyor, şelâle ve sel haline dönüşerek Dicle’ye karışıyor.” bilgisini ekler.
Bilindiği gibi, Diyarbakır surlarını batı ve kuzey yönünde bir yapay kanal savunmada yardımcı olmak üzere dolanıp, Fis Kayasından aşağıya akıyordu. Bu kaynaklar, böylesine bir kanalı besliyor olabilir. Bilindiği gibi Urfa Kapısının biraz güneyinde içeride, sur duvarına bitişik, günümüze kadar gelen, ancak son 10- 20 yıldır çalıştırılmayan bir değirmen vardır. Herhalde bu sudan yararlanıyordu.
Diyarbakır batıdan doğuya (bağlar semtinden kente doğru) az inişli (eğimli) bir düzlük üstünde olduğundan kentin (sur içi) batı yakasından surlarla beslenmesi topografyasından kaynaklanıyor. Ali Pınar Köyü ve kaynağı, Hamravat Suyu, Çifte Kapının hemen içindeki Ayn Zeliha Gözesi hep bu yöndedir. Kentin kuzeydoğusunda yer alan İç Kale suyunun nereden geldiği gizli tutulduğu için bilinmemektedir ve buradan doğuya akan sular günümüzde de birkaç değirmen çalıştırıp, bahçeleri sulayarak Dicle’ye karışır.
Bâkılâ diye adlandırılan su için bir bilgiye sahip değiliz. Ancak sur içindeki pek çok çeşme kuşkusuz göze ve sularla besleniyordu ve bir savunmada halkı aylarca, yıllarca besleyecek çaptaydı. Diğer yandan, İç Kaleden doğuya, Dicle’ye inen bir gizli yol gibi, Mardin Kapısını, Dağ Kapısına bağlayan ve kenti ortasından, güneyden kuzeye ikiye bölercesine uzanan bir yer altı geçidinden kaynaklar sözetmiyor. Bunun, İç Kaleye bağlanmadıkça kime ne yararı olabilir? Oysa Gabriel burada kentin en eski dış surundan sözeder. Bu, Özsezgin’nin üstünde durduğu bir geniş kanalizasyon olabilir. Diyarbakır’ın çok düzenli bir kanalizasyonu vardı ve herhalde Roma günlerindendi.
Diyarbakır, Karacadağ’dan doğuya doğru uzanan az eğimli alanın son sınırında yer alır. Dicle Vadisi kenti doğu yönde sınırlayarak güneyde batıya dönerek Mardin Kapıya kadar uzanır. Bu yaka kentten gelen, değirmenleri çeviren kullanılmış su ve kanalizasyonla beslenen Esfel Bahçeleriyle (halk efsel de der) sarılıdır. 12. yy. da burasının yine bu biçim ve amaçta kullanıldığını bir belge gösteriyor
Etiketler:
emeviler,
hazreti ömer,
kalkan balığı,
mervanoğulları
diyarbakır
Yüzölçümü, 15.355 km2 Nüfusu, 1 milyon 364 bin 209 (2000 sayımına göre) Komşu olduğu iller, Malatya, Elazığ, Bingöl, Muş, Batman, Mardin, Şanlıurfa, Adıyaman. İlçeleri, Bismil, Çermik, Çınar, Çüngüş, Dicle, Eğil, Ergani, Hani, Hazro, Kocaköy, Kulp, Lice, Silvan. Köy sayısı, 743 Mezopotamya’nın kuzeyinde yer almaktadır. Malatya, Elazığ, Bingöl, Muş, Siirt, Mardin, Urfa, Batman ve Adıyaman illeriyle çevrelenmiş olan Diyarbakır ili, bölgenin tüm özelliklerini taşır. Bağlı 13 ilçe merkezi bulunmaktadır. Diyarbakır kent merkezi 7 bin 500 yıllık bir geçmişe sahiptir. Tarihin her döneminde büyük uygarlıkların, kültürel ve ekonomik hareketlerin merkezi olarak kabul edilen kent, birbirini izleyen 26 değişik uygarlığa beşiklik etmiştir.M.Ö.3000 yıllarında Hurriler’den başlayarak Osmanlılar’a kadar uzanan yoğun bir tarihi geçmişi olan Diyarbakır’da yaşayanlar, dönemlerine ait izlerle kenti ölümsüzleştirmişlerdir.Bu eserlerin başında, kuşbakışı bir kalkan balığını andıran biçimiyle kenti baştanbaşa kuşatan surlar gelir. Diyarbakır surları uzunluk bakımından Çin Seddinden sonra dünyada ikinci, ama eskilik bakımından birinci sırada kabul edilmektedir
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)